ATEİZMİN TANIMI, TARİHÇESİ ve ÇEŞİTLERİ
A. ATEİZM KELİMESİNİN SÖZLÜK VE TERİM ANLAMI
“Theous” Yunanca bir kelimedir. “Theisme” de bu kelimeden doğmuştur. Theos (hem Theous hem Theos diye geçiyor kaynaklarda) ve Theism’in sözlük anlamı; bir ilahın varlığına inanmaktır. Bu kelime pek çok dile geçmiştir. Biz Türkçe’de daha çok Teizm ve Teist kavramlarını kullanıyoruz.
“Ateisme” kelimesi “A” olumsuzluk edatıyla “Theisme” kelimesinden meydana geldiğinden, Allah’ın varlığını inkâr eden felsefi görüş anlamına gelmektedir.[1] Türkçede Allah’ın varlığını kabul etmeyenlere, inkârcı, dehri, zındık… denilmektedir.[2] Günümüzde ise Tanrı tanımaz, inançsız ve ateist kelimeleri kullanılır. Batı dillerinin çoğunda kullanılan ve genellikle Tanrı hakkında düşünmenin belli başlı akımlarına ad olan terimler genellikle ya Yunanca’dan alınan “Theos” dan ya da Latince’deki “Deus” dan türetilmiştir.[3] Bu kelimelerden türetilen “teizm”, “ateizm”, “panteizm”, “henotoizm” vb. terimlerin tam olarak kapsadıkları alanlar tam olarak çizilememiş ve bazen anlam kargaşalarına neden olmuştur. Bazen birbirinin yerine kullanıldığı görülmüştür. Felsefe tarihinde ateistlikle suçlanan birçok düşünür ve filozof böyle bir suçlamayı reddetmiştir. Nietzsche’yi ateistlikle suçlayanlara O’nun verdiği cevap ilginç: “Bir insanın gerçek anlamda ateist olabilmesi için hiçbir ahlaki ideale sahip olmaması gerektiğini” söyleyerek bu suçlamayı reddetmiştir. Spinoza, Hegel, Aristo hatta Platon bile ateistlikle suçlanmıştır. Oysa bu filozofların çoğu belli özelliklere sahip ve kendi tanımlarına uygun Tanrı inancına sahip oldukları yine kendi eserlerinde apaçık ortadadır.
Ateizmin(inançsızlığın) deyim olarak şu anlamda kullanıldığını görüyoruz: “Kâinatı incelerken, Allah’ı ve ruhu inkâr ederek, duyuların ve deneylerin verilerinden başka hiçbir bilgiyi kabul etmeyen; alemin, tesadüfün bir takım kombinezonları ile meydana geldiğini kabul ve iddia eden felsefi görüştür.[4]
“Felsefi açıdan inkâr: takdis etmeye değer, yüce bir varlığı kasten inkâra çalışmak, bu inkârı ilmi delillerle ispata kalkışmak ve Mutlak Varlık yerine onun özelliklerini taşımayan ve taşımadığı ilmen ve vicdanen belli olan bir şeyi ikame etmektir.[5]
“Ateizm, felsefi bir sistem değildir. Çünkü hiçbir ateist, müspet bir prensip ortaya koyarak Allah’ı, felsefi tabirle ilk sebebi, sebepsiz sebebi, ekmel zatı inkâr edememiştir. Ancak kâinattaki olayları maddenin kendisi ile açıklama yoluna gitmiştir. Nihai sebebi inkâr suretiyle değil, bu gerçekleri tahrif ve amaçlarını saptırmak suretiyle ilmen inkârı mümkünmüş gibi göstermeye çalışır. Bu itibarla inkâr, gerçeğin tahrif edilmesi demek olur.[6]
- ATEİZMİN TANIMI (İNANÇSIZLIK)
Ateizmin tanımlanabilip anlaşılması teizmin tanımlanıp anlaşılmasına ve anlam çerçevesinin tam olarak çizilmesine bağlıdır. Ateizm bir anlamda teizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Teizm kavramının da çeşitli şekillerde anlaşıldığını ve tek bir noktada birleşilmediğini hesaba katarsak ateizmin anlaşılmasında da güçlüklerin çıkması normaldir. İnsanlar Teistik Tanrı inancına sahip olmasına rağmen, farklı yaklaşım ve kabullere de sahip olmuşlardır. Farklı uygulamalara sahip olmuşlardır. Mesela Tanrı inancına sahip ve bunu ısrarla savunan, çeşitli delillerle ispatlamaya çalışan Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar birbirinin Tanrı inancını ve dini yorumlayışını da ısrarla eleştirmiş ve kendi inançlarını ve düşüncelerini birinci kabul olarak görmüşlerdir.
Bir yaratıcının varlığını kabul edip Tanrı’ya inanmak manasına gelen teizmi uygulayan dinlerin birbirinden farkını bir tarafa bırakırsak, her dinin kendi içerisinde de farklı yorum ve uygulamaların görüldüğü ortadadır. Örneğin Hıristiyanlık’ta, Katoliklerle Protestanların kilise ayinleri dahil bazı konularda farklı oluşu, Yahudi mezheplerinin bazılarının Sinagogları’nın ve işlevlerinin farklı oluşu gibi.
Bizim “Ateizm” terimini kullanışımız, bu terime dilimizde tam olarak karşılayan ve yaygın bir kullanıma sahip olan bir terimin bulunamayışındandır. Önceleri “Tanrı Tanımaz” terimi kullanılmaya çalışılmış ama kullanım zorluğundan dolayı fazla tercih edilmemiştir. Çünkü iki kelimeden oluşmaktadır. Dini literatürümüzde ateizm terimi yerine “ilhad, zındık, dehri…” terimleri kullanılmıştır. Günümüzde ise “inançsızlık” terimi daha sık kullanılır hale gelmiştir. “Yaratıcı ve düzenleyici bir Tanrı’nın varlığının inkâr (reddedilmesi), dini öğreti ve talepleri hiçe sayma, inançsızlık ya da inkârcılık tutumunun temel özelliğidir.[7]
Genelde dinsizlerin kendi dini ihtiyaçlarını insani bir konuya doğru kanalize ettikleri görüşü vardır. İnsanın ruhunun tabi bir dindarlık özelliğine sahip olduğu tarzındaki bir anlayışa dayanan bu görüş, özellikle Jung tarafından ısrarla savunulmuştur. Jung’a göre; iman ve inançsızlık, aynı tarzda işlenen fakat farklı kutuplarda yer alan tercih kategorilerinden oluşur. Esasen insanın inandığı Tanrı, en kuvvetli ruhi tavır olarak onda etkili olmaktadır. Bir ferdin ruhunda en kuvvetli ve en etkili faktör, bir Tanrı’nın insandan isteyebileceği bu iman ve takvayı, itaat ve sadakati kendine sağlar. İnsan ruhunda kaçınılmaz olan, hâkim olan şey bu (psikolojik) anlamda Tanrı’dır ve Tanrı ruhta mutlak biçimde vardır.[8] Yine Jung kendi eserinde “çağdaş inançsızlığın” temel karakterinin, insanın kendi varlığını kendine dayatması, kendi kendine yeterli görmesi tarzında yorumlamıştır.
Yaratıcı ve aşkın bir Tanrı’ya inanan ve bu inancını temellendirmeye çalışan insanlar inançlı (Teist) olarak tanımlanınca; yaratıcı ve aşkın niteliklere sahip bir Tanrı inancına sahip olmayan kişilere de inançsız (ateist) denilmiştir. İnançsızlık (ateizm) kavramını anlatmaya çalışırken sık sık şu tabirle karşılaşırız: “Tanrı düşüncesine sahip olup olmamak, Tanrını varlığını reddetmek, Tanrı’yı yaşama sokmamak, Tanrı’nın varlığına ilgisiz kalmak.” Şimdi bu kabul veya tutumları kısaca açıklayalım.
1. TANRI DÜŞÜNCESİNE SAHİP OLMAMAK
Charles Bradlaugh, Antony Flew, Annie Besant ve D’Holbach gibi düşünürler ateizmi “Tanrı fikrine sahip olmamak” biçiminde anlamışlardır. Bu yaklaşıma göre Tanrı’nın varlığının reddedilmesi veya yalanlanması söz konusu değildir. Var olmayan bir şey hakkında herhangi bir kavrama veya bilgiye sahip olunamaz. Çünkü Tanrı gerek insan zihninde gerekse dış dünyada mevcut değildir. Dolayısıyla böyle bir varlığı kabullenmek, reddetmek veya söz etmek de yersizdir.[9]
Hiçbir Tanrı düşüncesine sahip olamayan bu düşünceye “salt ateizm” ve bunu savunanlara mutlak ateist denilmiştir. Ama bu düşünce sistemine sorulacak ilk soru: Neden düşüncelerinizi ifade ederken Tanrı kavramını kullanıyorsunuz! Eğer insanların dimağında bu kavram varsa nerden gelmiştir? Neden Tanrı değil de farklı bir kavram kullanılmamıştır. Niçin bu kavram insanlığın var oluşundan bu yana toplam nüfusun (dünya genelinde) %95’ini peşinden koşturmuştur.
2. TANRI’NIN VARLIĞINI REDDETMEK
Tanrı’nın varlığını bilinçli olarak inkâr etmek biçiminde tanımlanmıştır. Buna göre ateist bir yandan Tanrı’nın varlığına inanmamakta diğer yandan da bilinçli olarak O’nun yokluğunu göstermek için kanıt getirmeye çalışmaktadır. Tanrı düşüncesine sahip olmayanlar ise bu kanıtların yani Tanrı’nın varlığının ispatlarının kanıtlarını teistlerin göstermesi gerektiğini savunur.
Etienne Gilson bu düşünce sistemine şu yanıtı vermiştir: “Bu güne kadar Tanrı’nın varlığına dair deliller hep bizden istendi. Ama bu benim problemim değil. Mademki ben bir Yaratıcı’nın varlığını hissediyor ve kabul ediyorum öyleyse O’nun yokluğunu ispat etme görevi onlara (ateistlere) düşmektedir.[10]
Ateizmin bu biçimine teorik ateizm adı da verilir. Tanrı’nın varlığını reddeden ateist buna bağlı olarak mucize, vahiy, peygamberlik, ölümsüzlük ve ahiret yaşamı gibi inançları da reddetmektedir.
3. TANRI’YI YAŞAMA SOKMAMAK
Pratik ateizm de denilen bu düşünce sistemi “sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak” cümlesini kendilerine şiar edinmişlerdir. Bunlara göre ateistin ilkece Tanrı’yı bilinçlice reddetmesi veya reddetmemesi o kadar önemli değildir. Hatta kendini açıkça ateist olarak tanımlaması da şart değildir.
Bu gruba giren ateistler kendi aralarında aktif ve pasif olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Pasif ateistler din ve fenomeni ve Tanrı inancıyla hesaplaşması olamayan buna karşın kendi içlerine kapanmış kimselerdir. Bunların, teistlerle veya dindarlarla bir problemi yoktur. Aktif ateistler ise Tanrı inancını reddetmekle beraber, günlük yaşamlarında kendilerine Tanrı’yı hatırlatan her türlü düşünceye, sembole ve inanca savaş açmışlardır. Çünkü dini değerlerin bir anlam ifade etmediği sadece kendi değerlerinin geçerli olduğunu savunmuşlar ve bu arzuyu içlerinde yaşatmışlardır. Yaşantılarında Tanrı’ya savaş açmış olan bu tür ateistlere örnek; Feuerbach, Marx ve Nietzsche verilebilir.[11]
4. TANRI’NIN VARLIĞINA İLGİSİZ KALMAK
Bu düşünürlere göre ateizm, Tanrı’nın varlığını ya da yokluğunu tartışma konusu yapmadan her ikisinin de eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu öne sürmektedir. Bunlara göre insan, sadece var olanla yetinmeli, görünen âlemin dışında bir şey aranmamalıdır. Bunlara göre Tanrı’nın varlığını iddia edenler kadar yokluğunu kanıtlamaya çalışanlarda yanılgıya düşmüşlerdir.
Bu düşünceye sahipler: Duyu verilerimizle ulaşamayacağımız hiçbir şeyi bilemeyeceğimizi savunup metafizik alanda olumlu veya olumsuz hiçbir bilginin kanıtlanamayacağından dolayı bir ilgiyi hak etmediğini söylemişlerdir. Bu anlayışın ileri gelenleri kendilerini klasik anlamda ateist olarak adlandırmaktan kaçınmışlardır. “Çünkü ateist anlamsız bir kavram olan Tanrı hakkında olumsuz da olsa bir fikir yürütmüştür. Temsilcileri arasında Otto Neurath, F. Waismann ve A.J.Ayer’i sayabiliriz.”[12]
C. ATEİZMİN TARİHÇESİ
Ateizm tarihi Tanrı inancı kadar olmasa da çok gerilere kadar gitmektedir. Ateizm öncelikle Tanrı inancına bir tepkidir. Ateizmin tarihçesini İlkçağ, Yeniçağ ve Modern olmak üzere üç döneme ayırabiliriz.[13]
1. İLKÇAĞDA ATEİZM
İlkçağ felsefesi denilince Yunan felsefesi ile bu felsefeden doğmuş olan Helenizm-Roma felsefesi anlaşılır. İlkçağ denilince sadece eski Yunan kültürü anlaşılmamalı. Bu dönemde Uzakdoğu ve Hint kültür çevrelerinin yanında Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Asur) , Hitit, Fenike, Yahudi, Pers, Roma ve Kartaca kültürleri de önemli bir yer tutmaktadır. Bu çağın düşünürleri daha çok doğa üzerinde araştırma yapmış ve eserlerini bu doğrultuda ele almışlar. Ateizmin geniş anlamda “inançsızlık” olarak görüldüğü bu dönemde, Democrite, Epikur, Sofistler, Tales gibi düşünürler inançsızlık konusunda tez ileri süren ilk düşünürler olmuştur.
Maddeyi bütün varlıkların kaynağı ve yaratıcısı olarak gören, yani Allah yerine maddeye tapan maddeci ateizmin ilk temsilcisi, Yunanlı filozof Democrite’dir. Democrite’den sonra bu düşünceyi diğer bir filozof Epiküros geliştirmiş ve Epikürcüler diye bilinen felsefi ekolü kurmuştur.[14] Epikur’a göre doğrunun pratik alandaki ölçüsü haz ve acı duygularıdır. Felsefenin amacı insana mutluluğunu sağlamaktır. Bunun için de insanı tanrı ve ölüm karşılığında duyulan korkudan kurtarmak gerekir. Tabiatın işleyişinde de Tanrı inancına gerek yoktur. Kâinat sonsuz atomlardan oluşmuştur. Kâinatta üç ezeli hakikat vardır: “Atomlar, hareket ve boşluk”. Atom zerrelerinin hareket etmesi, tesadüfî zaruretlerden doğan bir sonuçtur.[15]
Şüpheci ateizmin ilk temsilcileri sofistlerdir. En meşhuru ise Protogoras’dır. Protogoras’a göre hakikatler insana göre değişir. Bilginin kaynağı akıl değil hislerdir. İnsan her şeyin ölçüsüdür. Yani tümel (külli) bir hakikat yoktur.[16]
Yine felsefenin başlangıç döneminde filozofların dünyanın ve evrenin yapı taşını oluşturan maddeleri Tanrı mertebesine çıkardıkları ortadadır. Mesela, Tales, kâinatın yapı taşı olarak ezeli ve ebedi bir maddenin olduğuna inanmış ve bunun “su” olduğunu savunmuştur. Diğer filozofların bazısı “hava”, bazısı “ateş”, bazısı “toprak”ı bu konuma koymuşlardır.
Deney sonuçlarından başka hiçbir bilgi kaynağı kabul etmeyen ampirik ateizmin ilk temsilcileri ise Theodoros ile Euhemeros’dur. Bu filozoflara göre idrak ve maneviyatın esası en kaba duygular ve içgüdülerdir. İnsanda doğuştan gelen hiçbir şey yoktur. Bütün duygu ve fikirler dış intibalardan ve bunların gelişmesinden ibarettir. Tanrı’lara tapmak, kralları ve bu gibi başka büyük unsurları saymaktan doğup gelişmiştir. Dolayısıyla inanç, saygının daha bir büyültülmüş, ileri götürülmüş biçiminden başka bir şey değildir.[17]
2. YENİÇAĞ’DA ATEİZM
- yüzyılda gerçekleşen Rönesans’la birlikte felsefede yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. Akılcılığın egemen olduğu bu dönemde bilgi en önemli konuma yerleşmiştir. Her şeyin din de dâhil akıl ve bilgiyle açıklanılmaya çalışılmıştır. 18.yüzyılda Aydınlanma dönemi ile beraber, metafiziğe karşı sistemli bir şüphecilik oluşmuştur.
Ortaçağda gerek felsefi ve gerekse teolojik açıdan semitik dinlerin egemenliği söz konusudur. Monoteizmin ağırlığını hissettirdiği bu dönemde inançsızlık yüksek seviyeye ulaşmamış ve taraftarları açıktan eylemlerini yapmamışlardır. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi özellikle kilisenin baskısı olmuştur. Kiliseye aykırı davranış ve sözlü eylemde bulunanlar ölüm cezasına çarptırılmıştır. Böyle olunca kiliseye gösterilen tepki içte kalmıştır. İkinci neden ise felsefi açıdan daha önemli olanı ise ateizmin ortaya çıkabileceği teorik bir boşluğun bulunmamış olmasıdır. Ortaçağda dini düşünce zirvede olmuş ve çok çeşitli düşünürler tarafından dile getirilip temellendirilmiştir.
İslam dünyasının yakmış olduğu bilgi meşalesi Hıristiyan âlemini de ateşlemiş, Rönesans ve Reform gibi köklü hareketlerin oluşmasına neden olmuştur. İslam dünyasında da dini inançları eleştiren düşünürler olmuştur. Ancak
bu düşünürler Tanrı’nın varlığı ile ilgili değil de dini kurumlarla ya da peygamberlik kavramı, mucize, vesile gibi terimlerle uğraşmışlardır. Müslüman ilim adamlarının eserleri ve görüşleri daha sonra birçok dile çevrilmiştir. Ve o dönemde bu ilim adamları ile teorik tartışmaya girecek güçlü ateistler çıkmamıştır. Varsa bile biraz önce söylediğimiz baskılardan dolayı açığa çıkmamışlardır.
Aydınlanma çağının en ünlü ateisti Baron D’Holbach’dir. O, Doğa Sistemi adlı eserinde materyalizmi savunmuş, insanların mutsuzluğunu doğayı yeteri kadar tanıyamayışlarına bağlamış, ahlaki çöküntünün de dinden kaynaklandığını belirtmiştir.[18] Ve yine Holbach’e göre Tanrı inancı mistik düşüncelerden kaynaklanır. Aslında anlamsız olan bu kavramlar insanın kişileştirmesi sayesinde bazı önemli anlamlara kavuşur.
3. MODERN DÖNEMDE ATEİZM
19.yüzyıldan itibaren ateizmin Batı’da yeni bir karakter kazandığı gözlenmiştir. Artık Tanrı’nın varlığını inkâr etmektense, O’na atfedilen nitelikler eleştirilmeye, sonlu bir varlık olan insanla ebedi bir varlık olan Tanrı’nın birlikteliğinin imkânsızlığı ileri sürülmüştür.[19]
Modern dönemde ateizm felsefi bir problem olmaktan öte politik bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx ve Lenin’in görüşleri doğrultusunda ideolojik bir dünya görüşü oluşturulmaya çalışılmıştır. Ve ateizm komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır.
Deneye dayalı ilimlerin ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde doğa ve canlılar daha ayrıntılı incelenmeye başlandı. İlk elde edilen veriler sanki bir yaratıcının olmadığını ispatlar nitelikte yorumlanmaya başlandı. Bu rüzgârı da arkasına alan inançsızlar bir adım öne geçmiş gibi göründü. Ama bu yanılgı özellikle bu yüzyılın başındaki çalışmalar ve bunların sonucundaki veriler sayesinde giderilmiştir. Uzay ve uzaydaki yaşam, metafizik olaylar ve olgular, varlığı ispatlanmasına rağmen nasıl olduğu açıklanamayan şeyler deneylerin ve pozitif ilimlerin de açıklayamayacağı şeyler olduğunu göstermiştir. Böylece metafizik alanın inkârı da artık imkânsızlaşmıştır.
D. ATEİZMİN ÇEŞİTLERİ
Ateizmi genel olarak teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayırıyor bilim adamları. Bunları da kendi içinde; Teorik ateizmi: Pozitif ateizm ve negatif ateizm, Pratik ateizmi ise aktif ve pasif ateizm olmak üzere ikiye ayırmışlardır.[20]
-
TEORİK ATEİZM
Teorik ateizm, zihni bir çaba ile Tanrı’nın varlığını reddetmek ve Tanrı’nın varlığı lehinde ileri sürülen kanıtları çürütmek için yapılan entelektüel çaba ve zihin işlemleridir. Ateizm tanımlanırken sınırlarının dar veya geniş tutulması Teorik ateizmin kollara ayrılmasına neden olmuştur. Ama sonuçta ikisinin de vardığı nokta aynıdır. Her ne olursa olsun Tanrı fikrine veya kavramına sahip olmamak, Tanrı düşüncesine sahip olmamanın ateizm olarak değerlendirilmesi bazen amacı aşmıştır. Hiçbir zaman Tanrı düşüncesine sahip olmayan insanların varlığı net olarak ispatlanamamıştır. Kaldı ki böyle bir şey olsa bile bu kişilerin ateist olarak adlandırılamayacağı da tartışma konusu olmuştur.
Teorik ateizm bütün gücünü teizmin ve teistik Tanrı kavramının üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Evrensel olmayan sınırlı din ve Tanrı anlayışları teizmin olmadığı gibi teorik seviyede bunlar ateizmin de problemi değildir. Mesela, Budizm, Hinduizm ve Afrika kabilelerinin inanışları ne teistler için ne de ateistler için fazla gündem oluşturmamışlardır. Teizmin kendisine özgü kurmuş olduğu köklü bir sistemi ve metafizik iddiaları vardır. Yeni dünya görüşleri, farklı bakış açıları sunar teizm. İşte ateizmin teorik seviyede problem edindiği konu; teizmin ilkeleri, kabulleri ve inançlarıdır. Bu da ateizmin teizmden beslenmekte olduğunu gösterir.
-
PRATİK ATEİZM
Pratik ateizm, “Bir insanın yaşamını sanki Tanrı yokmuşçasına sürdürmesi, dini inançlara, değerlere ve tapınmalara karşı duyarsız kalması” olarak tanımlanmıştır.[21] Bu tarz ateistler Tanrı’nın varlığını kendilerine problem edinmezler.
Pratik ateizmin çalışmaları daha çok etik değerler üzerinde olmuştur. Bu tarz tutuma daha çok Ortaçağ Avrupa’sının din anlayışı ve yaşayışı neden olmuştur. Çünkü o devirde farklı yaşam biçimi olan insanlara “ahlaksız” tabirinin kullanılması ateizmin kendine güçlü bir silah sağlamıştır. Ve çoğu zaman kullanılan bu argümanlar yeni etik değerlerle Tanrı’nın varlığı arasında kurulan ilgi ve ilişki pratik ateizmin polemik konusu olmuştur.
“Ahlaksızlığın inançsızlıkla bir tutulduğu dönemlerde, gelenek ve göreneklerine aykırı yaşayanlara da ateist denmiş. Hatta 20. yüzyılın başlarına kadar Amerika’nın bazı eyaletlerinde ateistlerin mahkemelerde şahitlik yapmasına izin verilmemiştir.[22]
Bununla birlikte entelektüel açıdan dini ve Tanrı inancını sorgulayan düşünürler pratikte ateizm adına yapılan ve moral değerlere ters düşebilecek hareketleri de hoş karşılamamışlardır. Özellikle bir kısım insanlar ateizmin materyalizme ve nihilizme indirgenmesine karşı çıkmışlardır. Etik değerler açısından ortaya çıkan sıkıntıların aşılmasında teorik ateizmin rolü büyüktür.
3. ATEİZM SÖZCÜĞÜNÜN YANLIŞ KULLANIMI
Tam olarak sınırlarının belirlenmeyişi bazı anlam kargaşalarına neden olmuş ve ateizmin diğer bazı kavramlarla karıştırılmasına neden olmuştur. Bunlar panteizm, ateizm, deizm ve agnostisizm’dir. Oysa Deizm’de varlığı kabul edilen bir tanrı, Panteizm’de Tanrı-evren özdeşliği ve Agnostisizm’de tam bir bilinmezlik vardır, inkârcılık değil. Oysa Ateizm bir şeyi kabul etmemek ve reddetmek üzerine kurulmuştur.
Felsefe, tasavvuf ve mistik ekollerde birçok düşünür sırf bu anlam kargaşasından dolayı inançsız ilan edilmiştir. Aristo, Platon, Hallacı Mansur, Niyazi Mısri bunlardan birkaçıdır.
E. ATEİST (İNANÇSIZ) EKOLLER
- BİLİMSEL ATEİZM
Bilimin Tanrı’nın varlığını reddedip etmediği veya Tanrı’nın varlığını kanıtlayıp kanıtlayamadığı hakkında üç görüş ortaya atılmıştır. Birincisi bilimin Tanrı’nın varlığı başta olmak üzere dini inancı reddettiğini ileri sürmüştür. İkinci grup düşünür ise bilimsel çalışmaların bizzat Tanrı’nın varlığını desteklediğini hatta kanıtladığını iddia etmiş, üçüncü grup ise Tanrı’nın varlığının temelde bir inanç konusu olduğunu ve dolayısıyla pozitif bilimle ilgisinin bulunmadığını söylemiştir.[23] Bunlardan birinci gruba örnek olarak Auguste Comte, Marx, Lenin, Darwin, Freud’u sayabiliriz. İkinci gruba Sokrates, Descartes, İbn-i Sina, Gazali, Aquinolu Thomas, Kindi gibi düşünürler girer. Üçüncü gruba örnek olarak verilecek en büyük isim Kant’tır. Kant inanmak için bilgiyi sildiğini söyleyecek kadar iddialıdır bu konuda.
Aydınlanma dönemiyle beraber her şeyin bilimle açıklanabileceği iddiası daha da kuvvet kazanmıştır. Bilimle din arasında zıtlık bulunduğunu her türlü ortamda dile getirmeye başlamışlardır bazı ilim adamları ve düşünürler. Hatta bu düşünürler her türlü inancın, değerin ve dini tutumun bir kenara bırakılmasını söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
Kendi ilminde uzman birçok düşünür ise bilimin kendi sınırları bulunduğunu ve gücünü aşan kısımlarda fikir yürütmesinin yanlış olduğunu vurgulamışlardır. Bu konuda Kant’ın şu görüşünü aktarmak istiyorum: Kant’a göre, “İnanç alanında bilgi söz konusu olsaydı “iman”dan söz etmek anlamsız olurdu. Tanrı inancın değil de bilginin konusu olsaydı, hürriyetten ve ahlakın bağımsızlığından bahsetmenin de manası olmazdı.”[24] Özellikle son asırlarda bilimin din ile çatıştığını söyleyenlere itiraz eden bu görüş sahipleri bu iddiaların daha çok ideolojik çıkarları desteklemek amacıyla ortaya atıldığını savunmuşlardır.
Teistik inanca sahip olan düşünürler ise bilim ve din karşıtlığını ısrarla reddetmiş, bilim ile din arasında karşıtlıktan öte bir uyumun olduğunu ve birbirini desteklediğini savunmuşlardır. Günümüzdeki bilim ve din çatışmasının nedeni daha çok Batı’da gelişen felsefi ve bilimsel çalışmalarla Hıristiyanlık arasındaki uyuşmazlık ve zıtlıklardır. Hıristiyanlığın Ortaçağ boyunca ilme karşı takındıkları olumsuz tavır ve aşırı cezalandırmalar onların kendi içlerine kapanmasına neden olmuştur. Ve ateist düşünürler yakaladıkları bu açığı iyi değerlendirmiş Tanrı inancını sorgularken ve eleştirirken Hıristiyanlık inancı üzerinden sonuçlara varmışlar, diğer dini inançları (İslam gibi) bir kenara bırakmışlardır.
İslamiyet’in bilimle bir sorunu yoktur. Bunun en güzel örneği İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in kadın erkek herkesi ilme teşvik etmesidir. Ve bu uğurda çalışan bilim adamlarına ve düşünürlere tarih boyunca hiçbir Müslüman yönetici tarafından baskı yapılmamasıdır. Müslüman ilim adamları sadece dini ilimlerle değil matematik, tıp, astronomi ve felsefeyle ilgilenmişlerdir. Hıristiyanlık’taki teslis, reenkarnasyon, ruhbanlık, İsa’nın çarmıha gerilişi, vaftiz, asli günah gibi inanç ve kavramlar en çok tartışma konusu olan ve ateistlerin şiddetle eleştirdikleri meselelerdir. Oysa İslamiyet’te böylesi paradokslar yoktur. İslamiyet’te bilim-din çatışmasının çıktığı nokta daha çok Tanrı adına hareket ettiğini söyleyen kişilerin tavır ve hareketleri olmuştur.
Modern dönemde bilimi esas alarak ateizmi temellendiren ve teorisini sistemleştirerek bir felsefe halinde sunan en önemli kişi Auguste Comte’dur. Bilimin ve yapılan her türlü deneyin tanrı diye bir şeyi ispatlamadığını sistemleştirmeye çalışmıştır.[25]
- MATERYALİZM
Daha önce bahsettiğimiz Eski Yunan filozoflarından Epiküros tarafından üretilen ve daha sonra gelişen, doğadan hareketle yine doğayı açıklamaya çalışan, maddenin ezeliliğini savunan ve tabiatüstü bir gücü kabul etmeyen bu görüş, tarih boyunca birçok taraftar bulmuştur. Bu materyalist düşünce Marksist düşüncenin de fikir babası olmuştur. “Başlıca temsilcileri Baron D’holbach, Pierre Gassendi, Ludwing Büchner ve Ernest Haeckel’dir.”[26]
Ateizm (inançsızlık)’in sınırları tam olarak çizilemediği gibi inançsız ekollerin temsilcilerini de net olarak ayırmak çok zor. Örneğin materyalist deyince hemen akla gelen Karl Marx’ı biz Sosyopolitik Ateizm’de ele alacağız. Oysa bu düşünce akımı, evrenin yapı taşı olarak maddeyi görürler. Madde yaratılmamış ve sonsuzdur. Madde yaratılmadığına göre hiçbir şey de yaratılmamış. Evren sonsuz ve sınırsızdır ve bir yaratıcıya muhtaç değildir. Ve Tanrı’nın varlığını ispatlamaya çalışan gaye ve nizam delili (teleolojik delili), kozmolojik delili ısrarla eleştirmiş ve mücadele içine girmişlerdir.
Çağımızdaki bilimsel gelişmeler ise özellikle fizik ilminde ortaya atılan yeni varsayımlar da materyalizmin iddialarını büyük ölçüde geçersiz kılmıştır. Küresel ısınma, ozon tabakasının durumu, insanın zihinsel işlevleri gibi araştırmalar bunların en güzel örneğidir. Ayrıca maddenin nasıl ve ne şekilde insanı oluşturduğu, onu canlandırdığı, düşünce sahibi, ahlaklı bir varlık haline getirdiği hala açıklanamamıştır.
- POZİTİVİZM
“Pozitivizm sözcüğü felsefi bir kavram olmanın yanında, bilimde, sanatta, edebiyatta ve hukukta belirli bir düşünce biçimini ifade etmek için kullanılmıştır. Bu kavram, bilimi tek geçerli bir bilgi türü olarak gören aynı zamanda mevcut olan olguları da bilinebilen ve üzerinde inceleme yapılabilecek tek obje olarak kabul eden bir anlayışın ismidir.[27]
Felsefe tarihinde bu terimi ilk kullanan Saint-Simon’dur. Ancak Auguste Comte bu terimin hep akıllarda kalmasını sağlayan kişidir. O’na göre pozitivizmin amacı toplumsal olayları incelemek ve onlara yön vermektir. Comte’a göre insanlık, doğada meydana gelen olayları teolojik evrede Tanrı ve ruh gibi doğaüstü nedenlerle açıklamıştır. Bu Comte’nin üç hal yasasının birinci basamağı. Buradaki insan düşüncesi ilkel evrededir. İkinci dönemde metafiziksel evrede insan doğaya yönelmiştir. Böylece insan birazcık da olsa gelişim göstermiş ve kabuğundan çıkmıştır. Üçüncü ve son evrede insanlık geliştikçe, teolojik ilgileri ve metafiziksel soyutlamaları bir kenara bırakmış, deneyle doğayı anlamaya çalışmıştır. Olayların arkasında doğaüstü bir güç aramak yerine deneylerle veya gözlemlerle fenomen dünyanın yasalarını bulmaya çalışmıştır.[28]
Comte’un burada sistemleştirmeye çalıştığı tarih felsefesi bir ön kabulle başlıyor zaten. “İnsanın doğadaki işleyişi tabiatüstünde bir varlığa bağlaması” bir ön kabuldür. Çünkü bunun öyle olmadığını ispatlayan delili ne Comte’un kendisi ne de diğer inançsızlar başaramamıştır. Bunun en güzel örneği de insanlığın şu anda ki durumudur. Eğer Comte’un dedikleri doğru olsaydı insan şu an evriminin en üst noktasına gelmeli ve tabiatüstü varlıklarla ilgili hiçbir inanç ve kavram olmamalıydı.
- ANTROPOLOJİK ATEİZM
Bilimle, maddeyle, doğayla inancın kökenini araştırmaya çalışan filozofların aksine bir kısım filozof Tanrı inancını insanın doğasından ve psikolojik yapısından hareketle araştırmaya çalışmışlardır. Bu düşünürlerin bir kısmı Tanrı inancının insanın doğasından geldiğini savunmuş bir kısmı ise buna ısrarla karşı çıkmıştır. “Mesela, R. Descartes insanın özünde Tanrı düşüncesinin bulunduğunu bu düşüncenin de insanın doğasına Tanrı tarafından yerleştirildiğini söylemişti. İnsanda yerleşik olan bu düşünce (mükemmellik kavramı) Descartes’a göre Tanrı’nın var olduğunun dair en güzel işaret idi. L. A. Feuerbach ise Tanrı fikrinin insan zihni tarafından yaratıldığını iddia etmiş ve bu kavramın yapay olduğunu söylemiştir.”[29]
Feuerbach’ın Hıristiyanlık inancının bazı kavram ve sembollerine dayalı olarak Tanrı inancına getirdiği eleştiri tüm dinleri kapsıyormuş gibi algılamak yanlış olur. Çünkü insanın doğasında var olan “baba”, “oğul” kavramlarının teslis inancıyla Tanrı’nın niteliklerine de aksettirilmesi bir antropomorfizmin olduğunu gösteriyor.
İslamiyet’te ise insan Allah’ı kendisi gibi tasavvur edemez. O, doğmamış, doğrulmamış, ezeli ve ebedi bir varlıktır. Zaten insanla aynı özellikleri taşıyan bir varlık nasıl yaratıcı ve ilk sebep olabilir?
5.SOSYOPOLİTİK ATEİZM
Ateizmin son yüzyıllarda en çok etkili olduğu alanlardan biri de sosyolojidir. Bir arada yaşamak zorunda olan insanların oluşturduğu toplumları yönlendirmek belki de en önemli faaliyet haline geldi. Ateizm de savunduğu tezleri bazı zamanlarda toplumsal konuları da kapsayacak şekilde temellendirmeye çalışmıştır. Materyalist ve pozitivist düşünürler için toplumu tekrar yapılandırma ve kalkındırma sürecinde en büyük engel “din”dir. Bundan dolayı başta Tanrı kavramı olmak üzere diğer dini, metafizik ve bazı ahlaki terimler çeşitli teoriler ileri sürülerek ortadan kaldırılmak istenmiştir.
Aslında pozitivist bir düşünür olarak daha önce ele almamız gereken Emile Durkheim’ı burada anacağız. Çünkü o sosyolog olarak adını duyurmuş biridir. O’na göre din sosyal bir olaydır ve Tanrı düşüncesi de toplum tarafından uydurulmuş hayali bir kavramdır. Çünkü toplumun düzenini sağlamak ve belli otorite kurup insanları yönlendirmek bu tür çözümlerle olabilir. Bu görüşleri destekleyen ve kapitalizmin reddi çerçevesinde daha derinlemesine işleyen Karl Marx en çok konuşulan isim olmuştur. Marx bu düşüncelerini neredeyse bir din haline getirmiş ve yaptırımlar uygulamıştır.
Etienne Gilson eserinde “Marksizm her ne kadar kendisini bir felsefe olarak göstermek istese de, bir felsefe değildir. Marx, Tanrı’nın varlığını inkâr etmekle yetinmemiş, insanların ruhlarında mevcut olan, Tanrı’nın varlığına olan inancı fiilen silip atmak istemiştir. İlk önce kendisi Yahudi olmakla beraber, artık onun için söz konusu olan şey, Yahudi halkının kalmadığı izlenimini yaymaktı. Operasyonun gerçekleşebilmesi için önce Yahudilerin şüpheli Tanrı’sı ortadan kaldırılmalı… Marx’ın ateizmi, Tanrı’nın ölümüyle bir olan, Yehova’nın öldürülmesidir… Artık Tanrı olmayınca, ne dinler ne Yahudiler ve ne de başkaları olacaktır.” diyor.[30]
Marx Yahudi asıllı olmasına rağmen Hıristiyan geleneklerine göre büyütülmüş ve Hegel’i kendisine örnek almış sonuçta ateist olmuştur. Feuerbach gibi o da dini reddetmiştir. Marx’ın fikirlerinin felsefi yanı olmakla beraber; ekonomik, politik ve tarihsel boyutları daha ön planda olmuştur. Marx Tanrı kavramı ve inancı üzerinde sert eleştirilerde bulunmuşsa da bu konuyla fazla ilgilenmemiş, buna ayrılacak zamanın vakit kaybı ve israf olduğunu düşünmüştür.
Ve yine Marx’a göre din eleştirisi, politik eleştirilerle devam ettirilmeli ve daha sonra kendi ideoloji doğrultusunda hazırlanan felsefe üzerine devrim yapılmalıdır.[31]
Geçen yüzyılı derinden etkileyen ve kitleleri peşinden koşturan Marx, bazen bir filozof, bazen devrimci, bazen de tabulaştırılan bir ideolog haline gelmiştir. Marksizm bazen Komünizm ile eşdeğer görülmüş ve bazen birbirinin yerine kullanılmıştır. Marksizm bir fikir ve onun etrafında yürütülen felsefi çalışmalar, Komünizm ise bu düşüncelerin siyaset ve politikaya uygulanması yönündeki faaliyetlerdir diyebiliriz. Bu düşünce isteminin en uzun sürdüğü ve uygulandığı Rusya’nın bugünkü içinde bulunduğu konumu dikkate alırsak Marksizmin başarısızlığı ortadadır. Zaten etkileme gücü eskisi kadar kalmamıştır. Sadece Tanrı’nın varlığı ile ilgili değil, mülkiyet, hak ve özgürlükler konusundaki farklı üslubu ve fikirleri değişmeye ve yok olmaya yüz tutmuştur. Bunun en önemli nedenleri değişen ve gelişen politik ve ekonomik gelişmelerdir. Karl Marx’ın görüşleri doğrudan doğruya Teistik kavram ve inançlarla ilgili değildir. O’nun hedefi daha çok bir ekonomi sistemi olan kapitalizm hakkındadır. O, bu sistemi yıkıp yerine kendi kafasındaki düzeni kurmak istemiştir. Tabi ki bütün bunlarla beraber Marx’ın Teist düşünceyle paralel düşündüğünü söyleyemeyiz.
- PSİKANALİTİK ATEİZM
İnsan davranışlarını inceleyen ve buradan yola çıkarak psikolojik sistemi oluşturmaya çalışan bilim adamlarının da Tanrı inancı konusunda çeşitli teorileri olmuştur. Tanrı inancıyla ilgili vardıkları olumsuz birkaç hükmü genellemişlerdir. Bu konuda özellikle Tanrı terimi üzerinde negatif tutumları ile bilinen S. Freud ismi çok önemlidir.
Din ve Tanrı kavramlarını psikolojik açıdan çürüttüğünü söyleyen S. Freud’un bu görüşleri 20. yüzyılda çok popüler hale geldi. Hatta bu görüşleri bazı çevrelerce yasa olarak kabul edilmiştir. Hastaları üzerinde psikolojik rahatsızlıkları inceleyen ve deneyler yapan Freud, bu sorunların kaynağında toplumun, mevcut kanunların, aile büyüklerinin ve dinin baskısı olduğunu ileri sürmüştür. Freud’e göre bireyin istekleri bu baskılar sonucunda gerçekleşmemekte, bastırılmakta ve bilinçaltına itilmektedir. Bilinçaltına itilen ve tatmin edilemeyen arzu ve istekler de insan bünyesinde bir takım rahatsızlıklara yol açmaktadır. Freud bu noktada birey üzerindeki baskıların kaldırılmasını ve cinsel içgüdülerin serbest bırakılmasını, herhangi bir sınırlamanın olmamasını istemiştir.[32]
Freud psikanalizin kurucusuydu. “Ama kendisini, hakkında yargıda bulunmaya yetkili gördüğü bir alan daha vardı. Din... Darwin ’le gelişen süreçte insan eşrefi mahlukat olmaktan çıkarılmış, dinlerin kendisine sağladığı imtiyazlı pozisyondan aşağıya çekilmişti. Freud’la ise kutsal kitapların “Tanrı insanı kendi imajında yarattı” şeklindeki öğretisi “insan Tanrı’yı kendi imajında yarattı”ya dönüşüyor ve Tanrı yaratıcı pozisyondan insan zihninin bir yaratığı derecesine düşürülüyordu.”[33]
Freud’a göre “bütün dini doktrinler, insanın arzularından ve gerçekleşmesi imkânsız olan hayali birer yanılgıdır. İnsanlığın en eski ve en güçlü arzusu olan din yine insanın evrensel nevrozu, çocuksu ve nevrotik bir yanılgısıdır.”[34] O’nun din hakkındaki dinin insanları mutlu edemediği ve insanların acılarını dindiremediğini söylemesi ilginçtir. Çünkü insanların en mutlu olduğu anlarda ve yine en üzgün olduğu anlarda bir Tanrı’ya sığındığı, sığınmadığına oranla çok fazla olduğu aşikârdır.
Freud’un Tanrı ve din hakkındaki düşüncelerinin kendi yaşamından izlenimler ve etkiler taşıdığı açıktır. Problemli bir çocukluk devresi geçiren Freud, aslen Yahudi’dir. Ancak dadısı Hıristiyan’dır. Freud’un babasıyla arasındaki ilişkinin negatif yönde olması ve çevresindeki dini yaşamın kendisini tatmin etmemesi ve mutlu olamaması böyle bir varsayımın edeni olabilir. Freud’un dinle ilgili bazı kavramları ısrarla eleştirmesi tek yanlı bakmasından kaynaklanır. Totem, tabu gibi terimler bazı kabile dinlerinin kullandığı inanç şekilleri olabilir. Ancak buradan genellemeye gitmek hatadır. Tıpkı bazı istisna hastalarının tecrübelerinden “din” gibi evrensel bir olguya genellemeler yapmak da hatadır.
Freud’un din ve Tanrı inancının çocukluk evresiyle olan ilişkisini açıklarken, dinin bir yanılsama olduğunu, arzu ve ihtiyacın farklı bir yönde tatmin dilmesinin temellerinin bu dönemde atıldığını savunması yine kendi görüşüyle çürütülebilir. Ateizmin de insanın bir yanılsaması olabileceği ve olgunlaşmanın inançsızlıkla sağlanamadığı söylenebilir. Ayrıca din sadece rahatlama ve huzura kavuşma değil; bir yaptırımlar sistemidir. Bazı insanların dindar olmak ve Tanrı’ya yakın olmak için çok zorluklara katlandıkları tarihi bir gerçektir. Sufiler ve Budistler içerisinde buna çok sayıda örnek verilecek kişiler vardır. Yani dinin bazı hükümleri insanın arzu ve isteklerine ters yönde olabilir ve onları engelleyebilir.
İnsanın benliğinde yaşattığı bir duygu veya bir özlem vardır. En güçlü olayım ve ölümsüzlüğü bulayım. Ama bunların gerçekleşemeyeceği herkesin bildiği ama kabullenemediği gerçektir. İşte bu rahatlamayı sağlayacak ve insana iç huzuru getirecek şey bir inanç sisteminde mevcuttur. Kendinden daha güçlü bir varlığın var olduğunu bilmek ve her anında onunla beraber olmak insana sonsuz bir güven ve mutluluk verir. Yine ölümün bir son değil de bu dünyanın dışında bir yaşamın olduğunu bilmek, ölümsüzlük ve ölüm arasındaki çatışmayı bertaraf eder. İnsan hayatının her anında çocukluk, gençlik, ergenlik, yaşlılık evrelerinde Tanrı’ya ihtiyaç duyar. Ve O’na inanarak yaşamak bazı değerler sahibi olmasını ve faziletli yaşamasını sağlar. Günümüzde insanlar pençesinde kıvrandıkları depresyon ve bunalımlardan bir inanç sistemine dâhil olmakla aşabilirler. Ayrıca psikoloji bir bilim olarak sadece inanç ve inançsızlık kavramlarını tahlil etmek durumundadır. Tanrı’nın varlığı ve yokluğunu araştırmak psikoloji ilminin sınırını aşar.
- VAROLUŞÇU ATEİZM
Bu ekolün düşüncesini anlatabilmek için iki ismin görüşlerini anlatmamız gerekir. Bunlar Nietzsche ve J. P. Sartre’dir.
F.NİETZSCHE
Nietzsche yaşamı boyunca “ahlak”ı ve insanın özgürlüğünü savunan prensipli ve tutarlı bir inançsızdır. Yaşamı boyunca hastalıklarla uğraşan düşünür, dini reddetmiş ve Hıristiyanlığın Tanrı anlayışına ve bunun üzerine bina edilen ahlaki yapıya karşı çıkmış, bununla ciddi mücadelelere girişmiştir. O’nun bu düşüncelerini gerçekleştirmek adına “Tanrı öldü yaşasın özgür insan” cümlesi ateistlerin anahtar cümlesi haline geldi.
“Nietzsche moral ve varoluşsal gerekçelerle Tanrı’nın varlığını reddetmiş ve insanın özgürlüğüne dikkat çekmiştir. “Salt iyi” diye bir kavramın mümkün olmadığını, Hıristiyanlığı, ahlak anlayışı bakımından dinler içerisinde yaşama karşı en büyük suçu işlemekle suçlayan Nietzsche, bu anlamda Tanrı inancını yıkanları da en ahlaki kişiler olarak görmüştür.”[35]
“Şayet Tanrı’nın ölümü, insanların zihinlerinde O’nun kesin ve nihai ölümünü işaret ediyorsa; ateizmin sürüp giden canlılığı, ateizmin kendisi için bile, en ciddi güçlüğü oluşturur. Tanrı’nın varlığını inkâr etmeyi düşünen bir tek kişi bile bulunduğu sürece, Tanrı asla zihinlerde ölmüş olamayacaktır. Tanrı ile birlikte ateizm de bitsin diye beklerken; Tanrı’nın ölümü (iddiası), hala tasdik bekleyen bir kuru gürültü olarak kalacaktır… I. Napolyon’un öldüğü biliniyor, Tanrı’nın öldüğü ise pek kesin değil.”[36]
J.P.SARTRE
Bir diğer varoluşçu filozof Sartre’a göre varlığı özünden önce gelen tek varlık vardır: O da insandır. Yani her şeyden önce var olan insanın kendisidir. Varoluşçuluğun en önde gelen temsilcilerinden olan Sartre’a göre Tanrı varsa özgürlük yok demektir. Tanrı var olmadığı müddetçe de herhangi bir mutlak değerden bahsedilemez. “Dolayısıyla kendi değerlerini, kendi dünya görüşünü yine kendisi yaratacak olan insan, dünyada kendi başına olup, yalnız kalmıştır.”[37] Ve yine O’na göre Tanrı inancı insanın kendisini Tanrı olarak görmek istemesinin sonucudur.
“Ne Nietzsche, ne Sartre… ne de diğer filozoflar, yavaş yol alan, kılı kırk yaran serinkanlı birer düşünür gibi çıkarlar karşımıza. Onların ispat etmeye, hatta ikna etmeye ne vakit ne de sabırları vardır. Onlar, bir haykırış içindedirler; muhatapları ise, ne teolog, ne de filozoftur, sadece bunalım içinde olan insandır.”[38]
- KÖTÜLÜK PROBLEMİ VE ATEİZM
Kötülük problemi Tanrı’nın varlığı aleyhinde kullanılan en eski ve en iddialı tartışmadır. Çünkü yaşadığımız hayatta hepimizin karşılaştığı üzücü
olaylar birer gerçektir. Deprem, hastalık, kuraklık, açlık, savaş gibi kötü olaylar insanların ruhi bunalımlara ve üzülmelerine neden olmuştur. İşte bu üzülmelerin insanları mutsuz ettiğini ve huzuru bulamadıklarını savunan inançsız düşünürler, “Eğer Tanrı varsa niçin kötülük var?, Tanrı’nın bunları önlemeye gücü yetmiyor mu?, Yoksa Tanrı kötülüğü seviyor mu?” gibi argümanlarla kendi tezlerini temellendirmeye çalışmışlardır.
“David Hume’un “Tabii Din Üzerine Diyalog” adlı eserinde teizmin kötülük problemine ilişkin “çelişkisini” bu sözlerle dile getirir:
Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor; o halde O güçsüzdür. Yoksa gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor; o halde O kütü niyetlidir. Eğer Tanrı hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise, bunca kötülük nasıl oldu da var oldu!”[39]
Müslüman düşünürler kötülük probleminin içine giren konuları iki başlık altında incelemişler. Kötülükleri ikiye ayırmışlar:
- Doğal Kötülükler; deprem, yangın, sel, hastalık, açlık, kuraklık vb.
- Moral Kötülükler; temelde insanın neden olduğu savaş, zulüm, soykırım ve haksızlıklar.
Kötülük problemini ileri sürerek Tanrı’nın varlığını inkâr etmeye çalışan ateistler ciddi sıkıntılar ortaya koymakla beraber iddialarını ispatlayamamış ve geri adım atmak zorunda kalmışlardır. Çünkü kötülüklerden hareketle Tanrı’nın yokluğunu ispatlamak ne kadar doğruysa, dünyadaki iyiliklerden hareketle Tanrının varlığını ispatlamak mümkün olur. Hem de iyiliklerin oranı kötülük oranından kat kat fazla olduğuna göre Tanrı’nın varlığını savunanlar daha iddialı konuma gelirler.
Kısacası, “dünyada kötülük vardır” yargısıyla, “bilgi, irade, güç ve iyilik sahibi bir Tanrı vardır” yargısını hiçbir şekilde karşı karşıya koyup bundan ateizm çıkaramayız.[40] Dünyadaki kötülüklerden dolayı bu dünyanın yaratılmış en kötü dünya olduğunu nasıl söyleyemiyorsak iyiliklere bakarak da bu dünyanın olabilecek en iyi düzen ve en mutlu yer de diyemeyiz. Belki de hayatın devamı için bazı kötülüklerin olması gerekir. Tıpkı dünyadaki besin dengesini sağlamak için birbirini yiyen hayvanların görünüşüne yapılan yorumlar da olduğu gibi iyilik ve kötülük de göreceli olabilir. Bir yılanın fareyi yiyişi vahşice görünebilir. Ama farenin yenmesi engellenirse yılanın nesli tükenir ve dünyayı fareler istila eder. Amerika’nın bir eyaletinde bu olay gerçekleşmiş ve insanlar çok zor durumda kalmışlardır. Bu kötülüklerin de Yaratıcının kontrolü altında olduğunu düşünmek bizi rahatlatır ve Tanrı’nın gücünden, iyiliğinden, merhametinden şüphelenmemizi engeller. Ben bu konuyu Mehmet Aydın’ın şu cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Eğer dünyada kötülük var diye kişinin Tanrı inancı sarsılsaydı, başta Peygamber Eyüp olmak üzere Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in inançları sarsılırdı.”[41]
- TANRI FİKRİ
İnsanlığın var olduğu günden beri Tanrı fikri de vardır. Ve bu konu felsefe tarihinin en çok tartışılan ve fikir üretilen konulardan biridir. Tanrı fikri en büyük Teistik inanç sistemleri olan İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik için ortak kavramlardır. Her ne kadar ayrıntı da farklı tasvirler ve tahliller olsa da yüce bir yaratıcının varlığı hepsi tarafından dile getirilir. Tanrı kavramının tanımı, gücü ve sınırlarıyla günlük yaşamdaki kullanımı tartışmaların odak noktası olmuştur. Bu kavramın nasıl tanımlanacağı, hakkında nasıl konuşulacağı ve O’na atfedilen niteliklerin dış dünyadaki olgularla uygun olup olmadığı yüzyıllar boyunca tartışılmıştır.
Eğer Tanrı ateistlerin iddia etmediği gibi sadece insanların zihninde var olan bir hayal olsaydı bu kadar bilinçli insan onun üzerinde konuşma gereği duymazdı. Teizm Tanrı’yı “aşkın ve yaratıcı” bir varlık olarak tanımlamış, O’nu panteist, deist ve antropomorfik (insan biçimi) Tanrı kavramlarından farklı görmüştür. Tanrı’nın aşkın olması O’nun evrende var olmayan niteliklere sahip olması, bu dünyadaki her şeyden farklı olması demektir. İslam âlimlerinin Allah’ın sıfatları konusunda yaptıkları uzun tartışmalar, Hıristiyanlık’taki Tanrı, baba, oğul, kutsal ruh kavramlarının neden olduğu polemikler, Yahudilik’in Tanrı’yı ırka bağlı olarak tasvir etmeleri; Teistik inanç sahiplerinin Tanrı fikri üzerinde yaptıkları ünlü tartışmalardır. Teizmde Tanrı’nın “aşkın olması yanında bir de “içkin” olması söz konusudur. Bunun anlamı ise Tanrı’nın etkin bir varlık olarak her yerde ve her şeyde hazır bulunması ve ona etken olmasıdır. “Tanrı’nın içkin olması, doğadaki varlıklarda bir yaratıcı, düzenleyici ve hayat verici olarak bulunmasıdır.”[42]
Ateistler aşkın bir varlığın nasıl bilinebileceği ve bu kavramın nasıl tanımlanabileceği üzerine soruları olmuştur. Bazı ateistler ise Tanrı diye bir kavramı kabul etmemiş ve reddetmiştir. Bu görüşlerde Hıristiyanlık’ın Teslis inancının çıkmazları önemlidir. “Hıristiyan tasavvuru devamlı surette İsa Mesih’in sözleri ve hayatıyla belirlenmiştir… Eğer insanlar Tanrı’ya (babamız) diyerek hitap ediyorlarsa, bu sözün onlar için bir anlam taşıdığı kabul edilebilir. Çünkü Tanrı’nın baba ismi sadece İsa-Mesih tarafından kurulmuş bir ilişkinin işareti değildir; aynı zamanda Hıristiyanlar insani babalık ile Hıristiyani Tanrı’nın babalığı arasında bir akrabalık görmektedirler.”[43]
Tanrı’nın varlığını ispatlamaya çalışmak için çok çeşitli deliller sunulmuş ve ateistler de buna ısrarla karşıt fikirler üretmiştir. Oysa önce Tanrı kavramının delillerin ötesinde olduğu kabul edilmeli. O delillerden önce gelir. Tanrı fikrinin doğuştan (fıtri) olduğunu savunanlar için bu aşardır. Zira o zaman ispat, onun düşüncedeki mevcudiyetin mümkün tek açıklamasıdır. “O halde, delillerden önce gelen, Tanrı hakkında bir ön bilgi vardır. O halde, herkesin Tanrı diye isimlendirdiği müessir bir ilk sebebin varlığı ortaya konmalıdır. Bu ön kavramın kökeni ne olmalıdır ya da olabilir? Fıtri mi? Çocuğun aldığı ilk eğitim mi? Yaygın kabul mü?”[44] Bu soruların cevabı tarih boyunca araştırılmış ve tartışılmış böyle devam edecek gibi görünüyor.
- BİG BANG’A GÖRE EVRENİN SONU
Ateizm hakkında anlatmaya çalıştığım birçok ekolde maddenin önemi, ezeliliği ve doğanın gücü vurgulanmıştı. Bu başlık altında anlatacaklarım daha çok Caner Taslaman’ın kitabından olacaktır.
Big Bang (Büyük Patlama) teorisi evrenin kökeni ve yapısı hakkında bilgimizi arttırmış ve evreni daha iyi tanımamızı sağlamıştır. Big Bang’in bilimsel açıklamasının yanında, felsefe dinler açısından getirdiği farklı sonuçlar da önemlidir. Bilimsel verilerle evrenin sonsuza dek var olamayacağı anlaşılmadan önceki binlerce yıllık zaman zarfında ateistler, evrenin hep sonsuza dek var olacağını savunmuşlardır. Belki de insanın ölümsüzlüğe ulaşamamasının acısını evrenin sonsuzluğu iddiası ile gidermeye çalışmışlardır. Her şeyin açıklamasının içinde bulunduğu ve sonsuza kadar sürecek olan bir evrenin kıyamet denilen bir vakıa ile son bulması onlar için kabul edilemez bir mesele olmuştur.
“Big Bang felsefe tarihini yargılarken, ateistlerin binlerce yıldır savundukları bu tezi de mahkûm etmiştir.” Big Bang’a göre:
“1)Evren ezeli değildir. Böylece evreni, maddeyi tek ve asli unsur kabul eden materyalistlerin felsefesi en temelinden geçersiz olmuşlardır.”
“ 2)İzafet teorisinin formülleri evreni ve zamanı birbirine bağladı.” Böylece zamanın başlangıcı ispat edildi ve zamanın sonsuza kadar geri giden bir süreç olduğu da yalanlanmış oldu.
“ 3)Big Bang ile evreni sırf kendisiyle açıklayan, bilinçli bir yaratıcının müdahalesini kabul etmeyen felsefeler geçersiz olmuştur.”
4) Ateistler daha çok değişmeyen, sonsuza dek sürecek bir evren modelini savunmuşlardır. “Evrenin genişlemesi, entropi, yıldızların ve ışığın son bulacak olmasının anlaşılması; değişmeyen tek şeyin, sürekli ve kesintisiz değişimin olduğudur.”
“ 5) Evren ezeli olmadığı gibi ebedi de değildir. İnsanlar gibi evrenimiz de bir gün ölüm sürecini yaşayacaktır. Ateizm bu en temel tezinde de başarısız olmuştur.”[45]
- TESADÜFÜN İLİMDEKİ YERİ
Özellikle Darwin’in insanın genetik kökenine gitme çabaları, bitkiler üzerinde ulaştığı sonuçlar, ateistleri güçlü bir silaha kavuşturmuş gibi gözüküyordu. Ancak mutasyon, adaptasyon, olasılık ve tesadüf kavramları artık
eski geçerliliğini korumamaktadır. Çünkü yine bilimin kendisi birçok deneyde bu derece büyük tesadüflerin olmasının imkânsızlığını ispatlamıştır. Yüz binlerce canlı türünden biri olan insanın, birçok yapıtaşından tek tek bahsetmek yerine DNA’nın da ana maddesi olan proteinin, birçok farklı tipinden tek biri olan hemoglobinin bile tesadüfen oluşmasının imkânsızlığı çok karışık formüllerle ispatlanmıştır.
Böylece ateistlerin özellikle benimsediği ve savunduğu Darwin’in görüşleri tüm Batı’da etkisini yitirmiştir. İnsanların kökenini bile inkâr ederek kendilerini bir yaratıcının himayesinden kurtarmak isteme çabaları yine bilim sayesinde son bulmuştur. Belki de insan bu çalışmalarla kendini Tanrı yerine koymaya çalışmıştır. Ama sonuç olarak bütün ilmi sonuçlar “ilim, kudret ve merhamet sahibi bir Yaratıcının” varlığını ispatlar niteliktedir.
BİREYİ ALLAH’A İNANMAYA ve İNANÇSIZLIĞA (ALLAH’I İNKÂRA) GÖTÜREN NEDENLER
- BİREYİ ALLAH’A İNANMAYA VE DİNİ KABULE İTEN ETKENLER
Konumuz olan inançsızlığı en iyi bir şekilde anlayabilmek için bireyin inanma ihtiyaçlarının kaynaklarını anlamak, bireyi inançsızlığa iten etkenleri anlamakta da anahtar rol oynayacaktır. Bu başlık dâhil burada dile getireceğim birçok bilgi Hüseyin Peker’in “Din Psikolojisi” adlı eserinden faydalanılarak yazılmıştır.
İnsan biyolojik, psiko-sosyolojik ve kültürel özelliklere sahip bir varlıktır. İnsanın birçok davranışında onun bu özelliklerinin karmaşık etkisi vardır. Allah’a (Tanrı’ya diğer dinler için) inanmasında ve dine yönelmesinde de birçok etken iç içedir, bunların yoğunluğu kişiden kişiye farklılık gösterir.
- MODELDEN ÖĞRENMEK
İnsan sosyal bir varlıktır. Bir topluluk içerisinde yaşar. Başkalarına ihtiyaç duyar ve onlardan birçok şey öğrenir. Çocuğun büyümesi aile çevresinden başlar. Anne-Babanın tutum ve davranışları çocuğu en çok etkileyendir. Çocuk bir taraftan bedenen gelişip büyürken, diğer taraftan sosyo-kültürel etkilerle beraber dini özellikler de kazanır.
2-6 yaşları arası dönem olan çocukluk dönemi taklidin en çok olduğu dönemdir ve bu dönemde daha ziyade anne-baba taklit modeli olarak alınır. Onların söyledikleri dini sözler, yaptıkları dini davranışlar çocuk tarafından taklit edilir. Ve bir zaman sonra ailenin dini çocuk tarafından benimsenir.[46]
- GÜÇSÜZLÜK VE ÇARESİZLİK
İnsan yerine göre hem güçlü hem de güçsüz bir varlıktır. İlk yaşlarda oldukça güçsüz olan insanın, yetişkinlik döneminde her ne kadar birçok şeye gücü yetse de yine de etkisiz kaldığı, gücünün yetmediği olaylarla her zaman karşılaşması mümkündür. Örneğin hastalıklar, trafik kazaları, deprem, sel felaketleri, ölümler vs gibi. İşte güçsüzlük ve çaresizlik sonucu insan, kendini emniyete alma, kendine güven verecek güçlü, kudretli bir varlığa yönelme ve ona sığınma ihtiyacı duyar. Kur’an’da da, insanın tehlikeli durumda iken Allah’a yalvardığı, tehlike geçtikten sonra ise Allah’ı unuttuğu[47] hâlbuki insana yakışanın her zaman Allah’ı hatırlaması olduğu vurgulanıyor. Ayrıca çeşitli engeller ve çaresizlik durumları bazı kişileri tepkisel olarak dinden uzaklaştırıp Allah’ı inkâra da götürebilir.[48]
- BİR VARLIĞA BAĞLANMA İHTİYACI
“Güçlü görünen bir şeye, bir varlığa bağlanma, kişiye ihtiyaçlarını, istek ve arzularının, hayallerinin tatmini yönünde bir güven sağlar. Onun kaygı ve endişelerinin azalmasına, rahatlamasına yol açar.” [49]
- AKIL YÜRÜTME VE ZİHİNSEL TATMİN
İnsan akıl sahibi ve düşünen bir varlıktır. Belirli bir yaştan sonra kendisiyle ve çevresiyle ilgili sorular sormaya başlar. Yaşı ilerledikçe, zekâsı geliştikçe bu soruların mahiyeti metafizik özellikler kazanmaya başlar. Biz nasıl yaratıldık? Nereden geldik? Bu mükemmel düzenin nedeni nedir veya sahibi kimdir? Öldükten sonra ne olacağız? İnsan kendisinin kâinat içerisindeki yerini ve konumunu belirlemeye çalışır. Ve bütün bunları yaparken güçlü, kudretli ve ilim sahibi bir varlığa ihtiyaç duyar.
- KORKU
Korku insan davranışlarında önemli bir güdüdür. Birey sürekli olarak korkularla iç içe bulunur. Hastalık, kaza, başarısızlık, deprem ve ölüm korkusu gibi. Bütün bunlar insanda korkuyla beraber kaygı ve endişeler, sıkıntılar oluşturur.[50]
Yapılan araştırmalar insanın en çok korku ve endişe zamanlarında Allah’a yöneldiği ve dua ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla Allah inancından bahsederken korkunun etkili bir güdü olduğunu söyleyebiliriz.
- ÖLÜMSÜZLÜK ARZUSU
İnsanoğlunun sahip olduğu en köklü arzularından biri ölümsüzlüktür. Ölümün gerçekliğini her an gören ve hisseden insan buna rağmen ölümsüz olmak ve ebedi yaşamak istemektedir. İnsan ölmek, yok olmak istememekte, ölüm onda kaygı, endişe ve korku uyandırmaktadır. Bazı kültürlerde insandaki bu ölümsüzlük arzusu insanları, ruh göçü (reenkarnasyon) gibi inançlara yöneltmiştir.
Oysa dinlerin (ilahi kökenli) insana ebedi bir hayat ve cennet vaat etmesi insanı Allah’a ve dine yönelten önemli bir faktördür. Cehennem ve azabın olması da insanları günahlardan ve kötülüklerden sakınmak adına önemlidir. Ancak ölümden sonraki hayat hakkında net olmayan çelişkili haberler ve bilgiler vardır. Bunlar insanları korkuya ve endişeye sevk etmektedir. Bu korku ve endişeden kurtulmak da yine Allah’a sığınmakla mümkündür. Dinlerin insanlara sunduğu bu farklı dünya onların ölümsüzlük arzusunu tatmin etmekte ve bu dünyada daha huzurlu ve mutlu olmalarına neden olmaktadır.
- SUÇLULUK VE GÜNAHKÂRLIK DUYGUSU
Suçluluk duygusu sadece dini anlamda geçerli değildir. İnsan kendine karşı, ailesine ve ahlaki değerlere karşı yaptığı olumsuz davranışlar doğrultusunda da kendisini suçlu hissedebilir. Allah’a inanmak konusunda yapılan çağrıya insan
isyankâr olarak karşılık verebilir. İşte bu da insanı suçluluk duygusuna sevk edebilir. “Yani bir taraftan suçluluk ve günahkârlık duygusu kişiyi Allah’a yöneltir, diğer taraftan da Allah’ın buyruklarına aykırı hareket suçluluk ve günahkârlık duygusuna neden olur.”[51]
- DİNİ SEMBOLLERLE, ESASLARLA KARŞILAŞMA
İnsan sosyal bir varlıktır. Ve grup içerisinde yaşama bazı normlara sahip olmak demektir. İnsan öğrendiği veya gördüğü bazı dini sembolleri kabul eder bazılarına ise tepki gösterir. Ve bazen bu sembollere sığınmak onda rahatlık ve huzura neden olur.
“İnsan ne sadece dindarlığının veya dindar olmayışının nedenlerini gayet açık bir şekilde bilen bir rasyonel varlıktır, ne de sadece çevre ve eğitimin katıksız bir ürünüdür.”[52]
- BİREYİ İNANÇSIZLIĞA (ALLAH’I İNKÂRA) VE DİNİ REDDE GÖTÜREN NEDENLER
Bireyi inanca sevk eden etkenleri yukarıda saydık. Şimdi de bireyi inançsızlığa sevk eden nedenlere bakalım.
- YAKIN ÇEVRE
Bireyin küçük yaşlardan itibaren inançsız bir ailede ve çevrede, dine karşı bir eğitimle yetiştirilmesi onun dine karşı soğuk olmasına hatta inançsız yetişmesine neden olabilir. Ayrıca bireye dini öğretirken aşırı baskıcı olmak onu dindar yapmak yerine inançsız da yapabilir. Özellikle anne-babalar bu konudaki tutumlarına dikkat etmelidir… İnsanlar yetersiz bilgi nedeniyle de bazı inkârlara yönelebilirler.[53]
2.HAYAL KIRIKLIĞI
İnsanın ulaşmak istediği istek ve arzuları vardır. Eğer bunlara ulaşamaz ya da istediği sonuca varamazsa bir hayal kırıklığına uğrayabilir. Allah’a inanan ve O’nun emirlerini yerine getiren kişi, Allah’ın da kendisine yardımcı olması gerektiğini düşünebilir. Umduğunu bulamazsa kişi isyan ve inançsızlığa yönelebilir. Özellikle de dini sorumluluklarını tam olarak yerine getiren birey, inancı zayıf ya da inançsız olan kişilere göre maddi gücü daha düşükse ve sürekli belalarla karşılaşıyorsa bu da kişiyi isyana ve inançsızlığa sevk edebilir. Deprem gibi doğal afetlerin sonuçlarının birçok kişide dini inancı arttırdığı gözlenirken bazı insanlarda ters tepki de yaratabilir.
- KÖTÜLÜKLER
Ateizmin güçlü söylemlerinden biri olan kötülük problemini daha önce işlemiştik. Burada özellikle ilim ve kudret sahibi ve merhametli bir Tanrı düşüncesiyle dünyadaki kötülük problemlerinin uyuşup uyuşamayacağı tartışılıyor. Tanrı’nın gücü yetmiyor mu ki hala kötülük var? Ya da Tanrı kötü niyetli mi? Gibi sorular problemin can alıcı noktası.
Ama dünyadaki doğal afetleri, salgın hastalıkları vb durumları yaşamın gereği olarak da kabul edebiliriz. Allah bize karar verme, seçme hakkı vermiş. Eğer biz iyiyi istersek onun yapılmasını, kötülük istersek o gerçekleşebilir. “Allah’ın isteği ve tercihi insanın kötülük yapması yönünde değil, iyi olması yönündedir.”[54]
- KENDİNİN YETERLİ, GÜÇLÜ OLDUĞUNU DÜŞÜNME
Bireyin kendisine aşırı güvenmesi ve büyüklük içerisinde olması onu kendisinden daha üstün ve güç sahibi olan Yaratıcı’yı inkâra sürükleyebilir. Özellikle insanın özgürlüğü ve kendi kendine yetmesi kavramlarını çok kullanan bazı düşünürler insanın bir yaratıcıya muhtaç olmadığını savunurlar.
Kur’an’da kibrin (üstünlük taslamanın) insanı inkâra götürücü bir etken olduğu vurgulanmaktadır.[55]
- BAĞIMSIZLIK ARZUSU
İstek ve arzularından, zevk ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen, “bu hayat bir daha ele geçmez, Allah’ı, dini bırak, ye, iç, eğlen, yaşamaya bak” felsefesiyle hareket eden kişiler için de din bir engeldir. Ve böyle bir yaşantıyı sürdürebilmek için Allah’ı reddetmek ve dinin sınırlayıcı değerlerinden kurtulmak gerekir. “Buna eğlence ateizmi de denir.”[56]
“Tanrı’ya inanç, var oluşsal bir bağımlılığı kabul etmek demektir.”[57]
- ALLAH İNANCININ VE DİNİN BİR YARARININ OLMADIĞINI DÜŞÜNME
Allah inancının topluma, insana ve yaşama dair hiçbir pozitif katkısının olmadığını, sadece kafaları karıştırmakta ve düşmanlıklara yol açtığını savunan düşünürler ve bireyler inançsızlığın daha güvenli olduğunu ileri sürmektedirler.
- ALLAH’IN VARLIĞINA DAİR YETERLİ DELİL BULAMAMA
Her şeyi yaratan bir varlığın olamayacağını, varsa bile bunun ispatlanamayacağını savunan düşünürler “Mademki Tanrı var neden kendisini net delillerle ortaya koymuyor?” gibi sorular sormaktadır. Burada Hüseyin Peker’in kitabına aldığı, Yalçın Çetinkaya’nın Türk Usulü Ateizm adlı eserinden şu örneği aynen vermek istiyorum.
“Bir BBC yayınında spiker İngiliz filozofu Bertrand Russel’a üstad, öldükten sonra eğer bir öteki dünya varsa ve yaşarken inanmadığımız Tanrı çıkıp da “bana niçin inanmadın?” diye sorarsa ne cevap vereceksiniz? şeklinde bir soru sorar. Filozof, şöyle cevap verir: “Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin daha doğru dürüst bir delil göstermedin öyleyse? derim” demiş.”[58]
İlahiyat ve felsefe alanlarında Tanrı’nın varlığına dair deliller en çok tartışılan ve üzerinde teoriler üretilen konudur. Ama özellikle inançsız düşünürler bu algılamaları daha çok beş duyu alanına çekip, deney yapmayı istemekte bu olmayınca da her şeyi inkâra kalkışmaktadırlar.
- İSLAM’IN İNANÇSIZLIĞA BAKIŞI
“Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.”[59]
“İnanıp hayırlı işler işleyenlerin, namaz kılıp zekât verenlerin Rab’leri katında mükâfatları vardır ve onlar için korku ve üzüntü de olmayacaktır.”[60]
Kur’an- Kerim’deki bunlar gibi birçok ayette Allah’a inanmanın insanı huzura ve mutluluğa ulaştıracağı, aksi davranışların ise hüsranla sonuçlanacağı vurgulanmıştır.
“Allah’a ortak koşan kimse gökten düşüp de kuşların kapıştığı veya rüzgârın bir uçuruma attığı şeye benzer.”[61] Yine bir hadis-i şerifte iman edenin durumu şöyle açıklanıyor: “Mü’min’in durumu dehşet vericidir. Onun her halinde hayır müşahede edilir. Böyle hallere ancak onda rastlanır. Mü’min sevindirici şeyler karşısında şükreder sevap kazanır. Zorluklar karşısında sabreder yine sevap kazanır.”
İslam insanların hem bu dünyada hem ölümden sonraki yaşamda mutlu olmalarının samimi (ihlâslı) bir inançtan geçtiğini belirtiyor. İnsanlığın var olmasından bu yana çeşitli milletlerin veya kabilelerin Allah inancı konusundaki tutumlarını ve onların akıbetlerini çeşitli hikâyelerle dile getirip insanların bunlardan ders çıkarmalarını istemektedir. Özellikle inanç boşluğundan dolayı sapık inançlara sapan insanlardan bahsedip örnekler veriyor. Nuh, Lut ve Semud kavmi hakkındaki ayetler gibi.
“Allah’ın ayetleri üzerinde, inkâr edenlerden başkası tartışmaya girişmez. Ya Muhammed; inkârcıların ülkede gezip dolaşması seni aldatmasın.
Onlardan önce, Nuh kavmi, ardından, Peygamberlere karşı gelen topluluklar da peygamberlerini yalanlamış, her ümmet, peygamberlerini cezalandırmaya azmetmişti. Bâtılı Hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Bunun üzerine onları ben yakaladım. İşte bak cezalandırmam nasılmış! İnkâr edenlerin cehennemlik olduklarına dair Rabbinin sözü böylece gerçekleşti.”[62]
Din ve ahlak inancı her türlü zorluğa katlanmayı, tahammül ve sabretmeyi sağlar. Tahammülsüz insan, ne bir güçlüğe katlanabilir ne de zor bir işte başarılı olabilir. Bugün eğer dünyanın birçok yerinde insanlar vahim bir buhran içerisindeyse, bunun en büyük nedeni toplumun maddi değerlere fazla düşkün olması ve temel manevi değerleri ihmal etmesidir. Maddi hayata düşkünlük insanlığa bir mutluluk getirmek şöyle dursun, mutsuzluğa doğru hızlı bir ilerleyişi sağlamıştır. Sağlam bir ruhsal yapıya sahip olabilmek ve mutluluğa kavuşmak için imanın gerekliliğini Kur’an-ı Kerim pek çok ayetinde vurgular. Günümüzdeki birçok sapık inanca sahip insanlar, sonuçta uyuşturucu kurbanı, ya sokakların insanı, ya da ruhsal bunalım geçirip intihar edenlerden oluyor.
Ateistlerin eleştirdiği veya inkâr ettiği Tanrı anlayışı daha çok Hıristiyanlık’ın inanç sistemindeki kavramlardır. Oysa İslam’ın Allah inancı karşısındaki tutumunu köklü olarak eleştiren bir ateist teori yoktur. Allah’ın varlığını ispat etmeye çalışan deliller üzerinde tartışmalar olsa da bu delillerin geçersiz olduğunu ispatlayan hiçbir karşı delil ortaya konulamamıştır.
Önemli olan diğer bir nokta da Tanrı inancının önce bireyin sağlıklı bir kişilik sahibi olmasında ve sonra sağlıklı toplumların oluşmasındaki rolünü de unutmamak gerekir. Din; duyular, arzular, inançlar, dünya ve ahiret, paylaşımlar ve toplumla ilgili ilişki ve davranışlar içinde kendisini gösteren bütün psikolojik hayatı üzerine alır ve her bakımdan kişiliğe nüfuz eder.
“İnanç ve Allah mefhumu, insanın kendi benliğinden çıkarıp atmasına imkân olmayan temelli bir his, diğer bir yönüyle de bir fikirdir. Çünkü insan metafizik fikirlere sahip olup olmamakta serbest değildir. Bu fikir insanın bio-psişik varlık yapısının bir gerçeğidir. Bu fikir ve duyguları insan bilsin bilmesin, tanısın tanımasın bunlar onda zaruri olarak vardır.”[63]
“Kısaca, inanç olmadan insanın yaşaması mümkün değildir. İnançsız bir insan ne vardır ne de tasavvur edilebilir. İslam bunu her fırsatta dile getirir. İnsanın varlığı ile ortaya çıkan ve onun neticeleri olan medeniyetler, zamanla kaybolduğu halde, Tanrı mefhumu ve mabetler dimdik ayakta kalmıştır. Bu da gösteriyor ki, iman hissi, hiçbir yerde ve hiçbir zaman yok olmamıştır.”[64]
SONUÇ
İnançsızlık (ateizm); teizmi oluşturan büyük inanç sistemlerinin getirmiş olduğu, aşkın varlık olan Tanrı’nın kabul edilmeyişi veya reddedilişidir. Özellikle insanların büyük çoğunluğunun dâhil olduğu İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi köklü dinlerin ortak olarak kabul ettiği “Tanrı anlayışı” ateistlerin ilk hedefi olmuştur. Ama eleştirilen kavramlar daha çok Hıristiyan inanç sisteminin içerisindedir.
Bu incelememizde ateizmin birçok çeşidinin olduğunu ve her birinin kendine göre metotlar kullandığını gördük. Teizmin kendi inancı doğrultusunda savunduğu ve temellendirdiği düşüncelerine itirazı kendine görev edinen ateizm, kendi savunduğu fikir sistemi çevresinde çeşitli teoriler üretmiş, ancak hep delillerinin yetersiz ve güçsüz olduğunu söyledikleri Teizmcilerden daha güçlü ve köklü sistemler oluşturamamışlardır.
İnsanın var olduğu yerde farklı düşünüş ve inanış tarzlarının olması insanlık tarihi için bir zenginliktir. Genelde Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra ateizme doğru daha fazla bir eğilim olmuştur. Ancak Allah inancının fıtri olması, onlarda Allah inancının boşluğunu dolduracak farklı inançlara yönelmeye neden olmuştur. Önce “akıl” birinci sıraya oturtulmuş hatta ilahlaştırılmıştır diyebiliriz. Daha sonra tabiat, nefis, ilim ve aldırmazlık ateistlerin çok önem verdiği kavramlar olmuştur. Güçlü rüzgârlar estirdiği her dönemde ateizm ciddi bir problem olmuştur. Çünkü insanlar beyinlerindeki, yüreklerindeki ve ruhlarındaki Tanrı fikrini yok etmeye çalışırken çeşitli bunalımlarla karşı karşıya kalmışlardır.
İnsan, inanç konusunda bir karara varmadıkça, Allah düşüncesinde de belli bir görüşe ulaşmadıkça, hiçbir konuda sağlıklı karar veremez. Yaratılmış olan varlıkların, canlı ve cansızların ve özellikle insanın Allah ile olan ilişkisini ve ulaşacağı hedefleri tüm evreni kapsayacak şekilde anlatan ilahi dinlerin, hayatı belli bir program ve düzene soktuğu aşikârdır.
İnançsızlığın hâkim olduğu ülkelerden örneğin Rusya’da, insan için gerekli olan yüce duygular körelmiş, kişileri birbirine bağlayan bağlar kopma noktasına gelmiştir. Dini inancın zayıf olduğu ülkelerde aile kurumu yıpratılmış, gençlik çeşitli bunalımlar içinde kıvranıyor; içki, uyuşturucu ve eğlenceden başka şey düşünemez hale gelmiştir. Bir şeyler üretmek yerine sadece tüketen konumda olmuştur. Tüm bunların sonucuna göre kişisel ve toplumsal bunalımlar büyük boyutlara ulaşmıştır.
Bilgi çağı olarak isimlendirilen bu çağda ilimler o kadar ilerledi ki bazen aklın sınırları bunu kaldırabilecek mi? diye düşünüyoruz. Gerek uzay, gerek tabiat ve gerekse genetik üzerine yapılan çalışmalar; “bilgi, kudret ve merhamet” sahibi bir yaratıcının varlığını adeta ispatlar niteliktedir. Önceleri özellikle bilgiye ve deneye önem veren ateistler bu sonuçlardan pek memnun olamamıştır. Çünkü bilgi felsefesi yaparak arkalarına aldıkları rüzgâr kendilerinin aleyhine esmeye başlamıştır.
İlahi kökenli dinlerin yanı sıra Hinduizm, Budizm ve Konfüçyanizm gibi mistik dinlerin varlığı da ve müntesiplerinin çokluğu da bir hakikattir. Özellikle son iki yüz yılda hızla yayıldığı tespit edilmiştir. İslamiyet’le beraber en çok yayılan inançlardır. Özellikle de Hıristiyanlık ve Yahudilikten ayrılan bireylerin bunu tercih ettikleri vakıadır. Belki bunu şöyle de yorumlayabiliriz: İnsan farklı nedenlerden dolayı din değiştirebilir ama inançsız yaşayamaz! Çünkü bu insanın doğasına aykırıdır. Belki bu inançlar İslamiyet, Yahudilik ve Hıristiyanlık kadar net bir Tanrı kavramına sahip değiller ama kendilerine göre bir inanç sistemleri var. Ve insanları maddiyatla değil maneviyatla etkiliyorlar.
Buraya kadar olan değerlendirmelerimiz daha çok birinci bölüm ile alakalıydı. Ateizmin tarihçesi ve günümüzdeki toplum ve devletlerdeki yansıyışına biraz değindik. İkinci bölümümüzde ise bireyi inançsızlığa götüren nedenleri inceledik. Bu noktaya gelmeden önce insan niçin inanır sorusunu cevaplandırmaya çalıştık. Ve gördük ki insanın maddi varlığının yanında psikolojik ve sosyal yönü daha ağır basıyor. Çevresinde var olan değer ve yargılardan etkileniyor ve kendisi de bunlardan birini özümsüyor, kabul ediyor veya birine uyum sağlıyor. Bunarlın etkisinin derecesi de kişiden kişiye değişir. Mesela bazı insanlara çok dindar bazılarına da normal dindar derken bu derecelendirme söz konusudur.
Tanrı’yı, bir yaratıcıyı kabul etmemek yani Allah’ı inkâr etmek ise bu değerler sistemini reddetmektir ve bunun nedeni sadece zihinsel süreçler değildir. Yaşanılan ortam, yaşantıların kendisi, kötü tecrübeler, kötü örnekler, akli delillerle her şeyi ispatlayamama gibi nedenler bireyi inançsızlığa götüren etkenlerin başında geliyor. Birey Allah’ı inkâr ederken bile yine b,r yaratıcı kavramı kullanıyor yani zihni süreç ve fıtratta Tanrı diye bir kavram var. Bir şeyi reddetmeye çalışırken bile yine o kavram kullanılıyorsa reddedile şey aslında var olandır.
Elbette ki yaşamdaki her şeyin, her delilin hakikate ulaşacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Kur’an-ı Kerim’de de şu ayet bunu çok güzel açıklıyor:
“Köpük yok olur gider, insanlara faydalı olan ise yeryüzünde kalır.”[65]
Ve yine Kur’an-ı Kerim birçok ayetinde niçin akletmediğimizi, kâinatı ve insanın kendi yapısını araştırıp incelemediğimizi ve tefekkür etmediğimizi sorgulamaktadır. Teizmin savunduğu Tanrı fikriyle beraber ateizm olgusunun da insanlık tarihi boyunca devam edeceği açıktır. Ama insanlığa huzuru, mutluluğu, tutarlılığı ve yeryüzündeki yaşama vizyon sunanın ateizm (inançsızlık) değil de Teizm olduğu herkesçe kabul edilen bir gerçektir.
Dünya nüfusunun %90’ından fazlasının herhangi bir Tanrı fikrine sahip değil de inançsız olduğunu söyleyebilecek olsaydık ateizmin çok büyük bir güç olduğunu söylerdik. Öyleyse bu seviyede olan, yani dünya nüfusunun %90’ından fazlasının bir Tanrı fikrine sahip olması “inanç”ın ne kadar büyük ve güçlü bir olgu olduğunun ispatıdır. “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? Sizi ölü iken O diriltti. Yine sizi O öldürecek, O diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.”
[1] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1993, s. 437
[2] Mustafa Sinanoğlu, “İlhad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 22.Cilt, İstanbul, 2000, s.92
[3] Mehmet Aydın, Din Felsefesi, İzmir, 2002, s.208,
[4] S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, İstanbul, 1979, s. 128
[5] Filibeli Ahmet Hilmi, Allah’ı İnkar Mümkün mü?, İstanbul, Hicri 1327, s.32
[6] Necip Taylan, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul, 1997, s.37
[7] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara, 1998, s.204.
[8] C. G. Jung , Psychologie at Religion, Fr. Çev. M. Bernson -G.Cahen, Paris, 1958, s.170-171
[9] Aydın Topaloğlu, Teizm ya da Ateizm, İstanbul 2001, s.16.
[10] Etienne Gilson, Ateizmin Çıkmazı, Önsöz, Çev. Veysel Uysal, İstanbul, 1994.
[11] Topaloğlu, a.g.e, s.19
[12] Topaloğlu, a.g.e, s.19
[13]Topaloğlu, a.g.e, s. 20
[14] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul 2000, s. 38, 96.
[15] Gökberk , a.g.e, s.98.
[16] Gökberk, a.g.e, s.43.
[17] Gökberk, a.g.e, s.56.
[18] Topaloğlu, a.g.e, s.22.
[19] Topaloğlu, a.g.e, s.22.
[20] Topaloğlu, a.g.e, s.23.
[21] Topaloğlu, a.g.e, s.26.
[22] Topaloğlu, a.g.e, s.27.
[23] Topaloğlu, a.g.e, s.43
[24] Aydın, a.g.e, s.108
[25] Topaloğlu, a.g.e, s.47
[26] Topaloğlu, a.g.e, s.48
[27] Şafak Ural, Pozitivist Felsefe, İstanbul, 1986, s.17-18
[28] Topaloğlu, a.g.e, s.50
[29] Topaloğlu, a.g.e, s.52.
[30] Etienne Gilson, Ateizmin Çıkmazı, Çev. Veysel Uysal, İstanbul, 1994, s.69.
[31]Topaloğlu, a.g.e, s.57.
[32] Topaloğlu, a.g.e, s.64
[33] Ali Köse, Freud ve Din, İstanbul, 2000, s. 8
[34] Sigmund Freud, L’Avenir d’une Illusion, Fr. Çev. M.Bonaparte, Paris, 1983, s.52, 54, 55.
[35] Topaloğlu, a.g.e, s.68.
[36] Gilson, a.g.e, s.49.
[37] Topaloğlu, a.g.e, s.68.
[38] Aydın, a.g.e, s.226.
[39] Topaloğlu, a.g.e, s.215.
[40] Aydın, a.g.e, s.216.
[41] Aydın, a.g.e, s.217.
[42] Topaloğlu, a.g.e, s.122.
[43] Antoine Vergote, Din İnanç ve İnançsızlık, Çev. V. Uysal, İstanbul 1999, s.182.
[44] Gilson, a.g.e, s.88.
[45] Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, İstanbul, 2003, s.125,126.
[46] Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Samsun, 2000, s.67.
[47] Kur’an-ı Kerim, Zümer, 49, Yunus, 12.
[48] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara, 1998, s.91-92.
[49] Peker, a.g.e, s.71.
[50] Peker, a.g.e, s.73.
[51] Peker, a.g.e, s.77.
[52] Vergote, a.g.e, s.23.
[53] Peker, a.g.e, s.78.
[54] Peker, a.g.e, s.81.
[55] Kur’an-ı Kerim, Mü’minun, 56; Alak, 6-7 (Peker, a.g.e, s.53).
[56] Peker, a.g.e, s.83.
[57] Vergote, a.g.e, s.196.
[58] Peker, a.g.e, s.84-85.
[59] Kur’an-ı Kerim, Ra’d, 28.
[60] Kur’an-ı Kerim, Bakara, 277.
[61] Kur’an-ı Kerim, Hacc, 3.
[62] Kur’an-ı Kerim, Mü’min, 4,5,6.
[63] Taylan, İslam Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul, 1997, s.37
[64] Hamidullah, İslam’a Giriş, Ter. Ruhi Özcan, İstanbul, 1994, s.7
[65] Kur’an-ı Kerim, Ra’d, 17
Yorumlar