KLASİK ŞARTLANMA

KLASİK ŞARTLANMADA DEĞİŞİK TEORİK AÇIKLAMALAR

Klasik şartlanmada davranışsal ve kognitif yaklaşımların özelliklerini bir araya getiren son araştırmalarda, zamanda ya­kınlığın klasik şartlanma için gerekli ama yeterli olmadığı öne sürülmektedir. Zamanda yakınlık ancak, şartlı uyaranın şartsız Uyarana dair malumat verici bir değeri olduğunda, klasik şart­lanma etkin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Şartlı uyaran güve nilir bir şekilde şartsız uyaranın ortaya çıkacağını tahmin etme­lidir. Şartlı uyaran verildiğinde şartsız uyaranın onu takip etme ihtimali yüksek olmalıdır (Predictability).

Rescorla (1968) hazırladığı deney düzeni aracılığıyla zamanda yakınlık ile tahmin edilebilirliği (beklentiyi) karşılaştırarak aradaki far­kı göstermeye çalışmıştır. Şartlı uyaranın hazır bulunduğu iki deney­sel fare grubunda şartsız uyaran olasılığını sabit tutmuştur. Her iki grupta 16 denemeye tabi tutulmuştur. Bu iki grupta da şartlı uyaran ses, şartsız uyaran şoktur. Ancak, bu 16 denemenin yalnızca 4 tanesinde şartlı uyarandan sonra şartsız uyaran yani, sesden sonra şok verilmiştir. Fakat bu iki gruptan biri, diyelim ki G2 'ye ses veril­meden önce ayrıca 4 şok daha verilmiştir. Böylece Rescorla şartlı uyaran (ses) verilmediği zaman, şartsız uyarının (şokun) ortaya çıkma olasılığını bu iki grup arasında değiştirmiştir. Bu da, şok ile ses ara­sında bir tahmin edilebilirlik (beklenti) ilişkisine yol açmıştır.

Gı ile G2, dört defa sesle birlikte şoka maruz kaldığı için za­manda yakınlık görüşüne göre, her ikisinin de şartlanmış olması gerekir. Şartlı uyarının, şartsız uyaranı tahmin ettirebilecek bir malumat taşıması gerektiğini savunan görüşe göre ise, bu iki grup arasında fark ortaya çıkacaktır. Çünkü G2'deki iareler dört defa şartlı uyaranla (sesle birlikte) dört defa da şartlı uyaran olmadan şartsız uyarana (şoka) maruz kaldıklarından şartsız uyaranın şartlı uyaranı takip edeceği beklentisini tahmin edemezler, çünkü şartlı uyaran böyle bir malumat taşımamaktadır.

G1'deki fareler için durum farklıdır, her ses verilişini şok takip etmiş ve başka hiç bir zaman şok verilmemiştir. Dolayısıyla, tah­min edilebilirlik yüksek olmalıdır.

Nitekim Gı'deki farelerin hepsi sese karşı şartlanırken, G2'de-ki hiç bir fare bu sese şartlanamamıştır.

Sonuçta, klasik şartlanmanın ortaya çıkabilmesi için zamanda yakınlığın yeterli şart, tahmin edilebilirliğin ise gerekli şart olduğu anlaşılmıştır.

TAKVİYENİN YAPISI

Şimdiye kadar takviyeden öğrenmenin hep veya hiç özelliği olarak bahsettik. Örneğin yiyeceğin takviye etme özelliği. vardır ama ışığın yoktur. Keza yine takviyenin olumlu olma özelliği (yi­yecek, su gibi dürtü gidericiler) vurgulandı. Ayrıca takviyeler fiz­yolojik temelden ziyade davranışsal seviyede alındı. Bunlar takvi­yenin tarifinde yeterli özellikler değildir. Takviye şu aşağıdaki üç cepheden ele alınmaktadır.

  • Bir olayın takviye edip etmediği ancak takviye ettiği olayla
    göreceli şekilde belirlenebilir. Daha açık bir şekilde izah edecek
    olursak: Takviyeyi, uyaranların veya olayların hep veya hiç özelli­
    ği olarak düşünmek daha yerinde olur, pedala basmayı takviye
    eden, yiyeceğin kendisi değil bizzat onun yenmesidir.
  • Şok veya rahatsız edici ses ve gürültüler gibi olumsuz veya
    aversiv olayların da davranış üzerinde önemli etkileri vardır.
  • Beynin elektrikle uyarılması da yiyecek veya diğer davranış­
    sal takviyeler gibi pekiştirici olabilir.

Şimdi takviyenin bu üç cephesini yakından inceleyelim.

 PEKİŞTİRMENİN GÖRECELİLİĞİ

Premack Kuralı: Premack'a göre (1959) organizmanın yaptı­ğı herhangi bir faaliyet, daha az sıklıkta yaptığı bir başka faaliyeti tak­viye edebilir. Bunu örnekleyecek olursak: Derslerine gerekli önemi vermeyen ve vaktinin büyük bir bölümünü arkadaşlarıyla oyun oyna­yarak geçiren bir çocukla; vaktini sadece derslerine çalışmakla geçi­rip pek fazla arkadaş edinmemiş bir çocuğu ele alalım. Birinci çocu­ğa ders çalışma öğretilmek istendiğinde, arkadaşlarıyla oyun oynama takviye olarak kullanılabilir. Düzenli olarak çalıştığı her süre sonunda arkadaşlarıyla oynama imkanı verilir. Ama bu imkana ancak ders ça­lıştığı sürece ulaşabilecektir. İkinci çocuğa ise arkadaşlarıyla geçirdiği bir saat sonrası için kitaplarına geri dönme imkanı verilir.

Premack buradan hareketle birbirine bağlı iki kural geliştirmiş­tir. 1) Her bir organizmanın belirli bir takviye mertebesi vardır. Bu mertebe düzeninin en üstünde, organizmanın, bütün imkanlar ona sağlandığında, doğal olarak yapacağı ilk faaliyet vardır. Bunun altındaki mertebe sırası her faaliyetin ortaya çıkma olasılığı bulu­nan sıraya bağımlıdır. 2) Bir mertebede bulunan her davranış ken­dinden bir üstte bulunan faaliyet tarafından takviye edilebilir. Bu ikinci kural Premack ilkesi olarak bilinir.

 

Bu kural özellikle çocukların okul içindeki ve evdeki davranışla­rının düzenlenmesinde son derece etkilidir. Davranışları değiştiril­mek istenen kişinin, öncelikle faaliyetlerinin mertebe sıralarının bulunması gerekir. Daha sonra, değiştirilmek istenen davranışın bir üstünde yer alan faaliyet takviye edici olarak kullanılmaya baş-lanır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta, faaliyet merte-belenmesinin organizmanın motivasyonel durumuna göre değişe­bileceğidir. Aç olan kişi her türlü faaliyetin üzerinde sadece yemek yemek ister.

Takviyenin miktarı ve verilme süresinin de öğrenme hızını et-kilediği görülmektedir. Her doğru davranışına, dört yiyecek tab­leti alan fareler, tek tablet alanlara oranla daha hızlı öğrenmek­tedirler. Aynı şekilde, takviyeyi tepkiden hemen sonra alanların, gecikmeli olarak alanlara oranla daha hızlı öğrenmektedirler.

Çocuk terbiyesine bunu uyguladığımızda, istediğimiz davranı­şı yaptığı için mükafat alan çocuk bunu aldığını bilir ve gecikme­den aldığını görürse bu davranışı pekişir.

CEZA

Bu bölümde takviyelerden bahsederken, çoğunlukla davranışı olumlu bir olaya yönelten takviyeler veya mükâfatlardan bahsedildi. Ama, davranışı aversiv olaylara yönelten takviyelere çok fazla deği­nilmedi. Hâlbuki cezaların davranışa olan etkileri çok önemlidir.

Cezalar istenmeyen tepkileri bastırmakla birlikte davranış üzerinde oldukça önemli ve olumsuz yan etkiler yapabilmektedir. Öncelikle, cezanın etkileri mükâfatın sonuçları kadar tahmin edi­lememektedir. Mükâfat "yaptığın şeye devam et" mesajını verir­ken, ceza, "yapma, dur" mesajını verir. Ama çocuğa niçin dur­ması gerektiği mesajını veya yerine ne yapması gerektiğini ilet­mez. Sonuçta çocuk, cezalandırıldığı davranıştan daha da kötüsünü yapmaya yönelebilir. İkincisi cezanın sonuçlarıdır. Ceza bü­yük ölçüde cezayı veren kimseden (anne, baba, öğretmen, pat­ron) nefret edilmesine veya ondan korkulmasına sebep olmakta­dır. Son olarak ağır veya can acıtıcı veya onur kırıcı cezalandır-malar kişiyi saldırgan davranışlara yöneltebilir.

Bütün bu saydığımız olumsuz özellikleriyle ilgili olan uyarılarımız, cezanın kesinlikle kullanılmaması gerektiği anlamına gelmemektedir. Eğer istenilmeyen davranışın yerine geçmesi arzu edilen tepkiler mükâfatlandırılırsa cezanın, bu istenmeyen davranı­şı çok etkili biçimde ortadan kaldırabildiği bilinmektedir. Labirent­te yiyeceğe ulaşmak için iki yoldan kısasını kullanmayı öğrenmiş olan fareler kısa yola girdiklerinde şoka maruz bırakıldıklarında, uzun yolu kullanmayı çok çabuk öğrenmektedir. Ceza burada dav­ranışı yeniden yönlendirme anlamında çok etkili olmaktadır. Çün­kü uzun yola girmesinin istendiğine dair malumat taşımaktadır.

Nitekim öğretmenin çocuğun, zayıf not aldığı sınav kağıdında; yanlış olan yerlerin niçin yanlış olduğuna dair düzeltmeler yaparak çocuğa geri vermesi, yukarıda ifade edilen sebepten dolayı ceza­landırıcıdır. Fakat, çocuğu bu konuda bilgilendiren bir davranış ola­rak görülebilir. Dolayısıyla, çocuğa doğruyu veya istenileni öğren­me fırsatı verilmiş olur.

UZUN SÜRELİ HAFIZA

KODLAMA

Derinlik proseslemesinin etkileri sözel uyaranlar kadar sözel olma­yan uyaranlar için de hafızaya uygulanır. Örneğin, deneklere, göste­rilen resimlerin onlar için ne anlama geldiği sorulursa, daha sonra bu resimleri hatırlama performanstan artmaktadır. Genel olarak uyaran-lann açıklanışı üzerinde durulursa, onlara- bir anlam atfedilirse, tanı­ma ve hatırlama seviyelerinin daha da yükselmesi söz konusudur.

Craik ve Lockhart'ın modelinde uyaranların anlamsal kodlanı-şı, daha derin proseslemelere karşılık gelir. Bu da bu uyaranların daha uzun süre hatırlanmasına yol açar. Çünkü anlamsal özellikler daha yavaş unutulur. Bu modelde ayrıca 2 tür tekrar olduğu da id­dia edilmektedir. Tekrar, uyaran artık ortadan kalktığında maluma­tın proseslenmesinin devam etmesidir. Tekrar, halihazırda bitmiş proseslemeyi koruma şeklinde kullanılabilir (koruma tekrarı). Yanısıra, halihazırda tamamlanmış proseslenmeyi incelikle işleme şeklinde kullanılabilir. Buna da incelikle işleyici tekrar adı verilir. Craik ve Lockhart' a göre derinlik proseslemesine ilâveten işleyici tekrar, hafızayı güçlendirir. Craik ve Tulving (1975) yaptıkları de­neyde deneklerine yüksek, orta ve düşük karmaşıklık seviyelerinde olan cümle çatıları vermişler ve onlardan bu cümlelere eşlik eden hedef kelimelerin cümleye uyup uymadığına karar vermelerini is­temişlerdir. Kullanılan cümle çatıları şöyle örneklenebilir: Düşük karmaşıklık seviyesi:  "Ayşe..... düşündü".  Orta seviyedeki:

"....... çocukları korkuttu". Yüksek seviyede: "Büyük kuş yüksek­
lerden dalış yapıp, çırpınan.... yakaladı". Her seviyede 20 çatı olmak üzere 60 kelime üzerinde karar verme işleminden sonra bu kelimeleri hatırlamaları istenmiştir. Deneklerin karmaşık cümleler­de verilen hedef kelimeleri doğru hatırlamaları, yanlış olanlardan daha uzun bir süre almıştır. Yanlış veya doğru kelimeler seçilmiş ol­sa da hepsi karmaşıklık seviyesi yüksek cümleler olduğundan, bu­rada işleyen derinlik prosesinin yanısıra etkili olan prosesin işleyicilik olduğu görülmektedir.

Derinlik proseslemesi formülünün özgün hali eleştirilere uğra­mış ve daha sonra birtakım tadilatlara uğramıştır. İlk zorluklardan biri derinlik kavramıydı. Bu kavramın arkasındaki varsayım malu­matın duyu organlarına varmasından sonra proseslemenin bir sıra takip ediyor olmasıydı. Daha sonra proseslenen özellikler daha de­rin seviyede kodlanmaktadır. Fakat Craik ve Tulving' in (1975) ça­lışmasında; kelime yapısı ile ilgili bazı sorulara deneklerin tepki sü­relerinin yavaş olduğunu; ilgili hatırlama seviyelerinin düşük oldu­ğu, bunun aksine kelime anlamını kapsayan sorulara ise daha hız­lı tepkide bulundukları gözlenmiştir. Dolayısıyla, daha derin kodla-manın daha iyi hatırlamaya yol açacağı şeklinde bir derinlik tarifi onu kısır bir döngüye sokabilir. Bunun sonucu derinlik kavramın­dan ziyade kodlamanın niteliksel özellikleri üzerinde (hangi özellik­ler başarılı bir hatırlamaya niçin sebep oluyor üzerinde) önemle du­rulmaya başlanmıştır. Anlamsal özellik kodlanmasının iyi hatırlan­dığına inanılmakla birlikte, bu anlamsal özelliklerinin fiziksel özel­liklerinden daha yavaş unutulduğuna dair kesin bir delil yoktur. Öyleyse niçin anlamsal özellikler daha yavaş unutuluyor ve niçin kodlanmalar onların daha iyi hatırlanmalarına yol açıyor?

Bunun cevabı, anlamsal kodlamanın ilgili hatırayı onunla yarı­şan diğer hatıralardan daha ayırdedici kılmasıdır. Bu durum anlam­sal yönelimli sorulara verilen olumsuz cevapların niçin hafızaya fazlaca yardımı olmadığını açıklamaktadır. Örneğin köpek kelime­sini "bir çeşit gıda olmadığı" şeklinde kodlamak onu, diğer yarışan­larından ayırdedici kılmaz ama ev hayvanı olarak kodlamak onu ayırdedici kılar. Bir uyaranın anlamsal kodlaması onun hafızadaki diğer kemlerden, fenomenal veya yapısal olarak kodlanmasından çok daha başarılı bir şekilde ayırdedilmesine yol açar.

Moscovitch ve Craik (1976), Jacoby (1974) ile Eysenck ve Ey-senck (1980) anlamsal kodlamayla derinlik proseslenmesinden geçmiş olan bir materyal kaydının, yüzeysel olan yapı prosesleme-lerinden geçmiş olan kayıtlarıyla karıştırılma ihtimalinin düşük ol­duğunu ifade ederler.

Bununla birlikte, derinlik proseslemesinin neden etkili olduğu hâlâ ayrıntılı olarak cevaplanmamıştır. Bu modelin halihazırda en büyük eksikliği de proseslemede neler olduğunu açıklamaktan ziyade tasvirine yönelik olmasıdır.

GERİ GETİRME ve YENİDEN İNŞA (RECONSTRUCTION)

Geri getirme, depodan hedef materyalin orijinalinin geri geti­rilmesine dayanır. Ama bazen orijinal materyal olduğu gibi geri gelmez. Geçmiş ile ilgili bilgilerimiz bu materyali yeniden inşâ eder ve bu hâli ile geri getirilir.

Bartlett'e (1932) göre insan geçmişini, dünya ile ilgili kendi ge­nel bilgi veya şemalarının yardımı ile yeniden inşâ eder. Ona göre geçmişimizi, kendi genel beklentilerimizle uyuşacak bir şekilde iz­lerimizden hareketle yeniden inşâ ederek hatırlarız. Ama bu arada bir tahmin yaptığımız veya çıkarımda bulunduğumuzu hissetmeyiz. Hatırladığımızı duyumsarız (Spiro 1980).

Hatıraların yeniden inşâ edilerek hatırlanmasını açıklayan en etkili deney bundan 50 sene önce Bartlett' e yaptığı deneydir. Bartlett deneklerine, özellikle yabancısı oldukları kültürlerden alın­mış bazı halk hikayeleri okutmuş sonra, onlardan bu hikayeleri yazmalarını istemiştir. Deneklerin yazdıkları hikayeler, özgün halle­rinden oldukça farklılıklar göstermiştir. Bazı bölümleri atlanmış, bazı kısımları üzerinde fazlaca durulmuş ve yeni ilâvelerde bulunul­muştur. Kısacası, denekler özgün hikayenin hafızadaki izleri üze­rinden yeni bir hikaye inşâ etmişlerdir. Bu yeniden inşâ edilmiş hi­kaye, genel olarak unsurlarını özgün hikayenin kültürel kavramla­rından çok, deneklerin kendi kültürlerinden almıştır.

Bartlett'in yeniden inşâ edici hafıza hipotezi; geri getirmede dış-dan gelen (extrinsic) ipuçlarının önemini vurgulamaktadır. Dıştan gelen ipuçları bizim bilgi kaynağımızdan üretilir ve genellikle geçmi­şi daha doğru bir şekilde yeniden elde etmemizi sağlar. Yeniden in­şâ etmenin, geri getiriliş esnasında ortaya çıktığını göstermek gere­kir. Çünkü inşaat esnasındaki bozulmaların yeni malumatın, hafıza­da ona uymayan şemaları kullanarak izah edilmesi sırasında ortaya çıktığı bilinmektedir (Örneğin Bartlett' in denekleri özgün hikâyedeki kano unsurunu kayıkla değiştirmiştir). Spiro (1980) bozulmaların öğrenme situasyonundan sonra ortaya çıkabildiğini göstermiştir. Deneklerine bir çift hakkında kısa bir hikaye okumuş, bir iki dakika sonra tesadüf eseri olarak, bu çiftin evli olup olmadıklarına dair bir malumatı da eklemiştir, bu ilâve; hikayenin konusuyla ya tutarlı ol­muş ya da ters düşmüştür. Hikâyenin hatırlanışı 2 gün, 2 hafta ve 6 hafta arayla test edilmiştir. Daha uzun aralarda denekler uzlaştırı­cı hatalar yapmışlardır. Hikâyeye ters düşen itemleri hikâyenin ge­nel teması ile uzlaştırmışlardır. Denekler, yaptıkları bu hataların doğru olduğundan ve hikâyede yer aldığını hatırladıklarından emin olduklarını ifade etmişlerdir. İlginç olan nokta ise deneyin başından beri bir hafıza deneyinde yer aldıklarını bilen deneklerde bu uzlaştı­rıcı hataların gözlenmemiş olmasıdır. Bu durum hafıza hatalarının korumalı laboratuar deneyi şartlarından ziyade günlük hayatta da­ha sık ortaya çıktığına işaret etmektedir.

Spiro'nun önemli bulgusu da bozulmaların, deneklerin özgün hikâye ile ilgili hatıraları zayıfladığı sırada ortaya çıktığıdır. Denek­ler işittikleri hikâyenin konusunu, onunla çatışan zıt bir malumatı (evli olma) işittikleri sırada veya aradan 2 gün geçtikten sonra de­ğil, aradan daha uzun bir süre geçtikten sonra çarpıtmışlardır. Bo­zulma sadece gecikmeden sonraki (2 hafta, 6 hafta) geri getirme­lerde, özgün hikâyenin hatırası zayıfladığında, ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla yeniden inşâ edici tarzdaki bozulmalar, özgün hafıza zayıflamaya başladığında ortaya çıkmakta, bir kere ortaya çıktıktan sonra da muhtemelen özgün hatıradan ziyade bu yeniden inşâ edilmiş olan hatırlanmaktadır.

Bu yeniden inşa etme hipotezi, hipotezin temelini oluşturan genel bilgi yapılarının belirsiz olması sebebiyle eleştirilere uğramış­tır. Bu yapılar geçmişte neler olduğuna dair bir beklentiye yol gös­teren herşey olabilir. Bu yapıların bir sinemaya, bir lokantaya ve­ya bir arkadaşı ziyarete gitme gibi neler olup bittiğine dair bilgile­rimizi kapsayan günlük notlara dayandırılmasının yanı sıra yeniden inşa, aynı zamanda, çok daha genel bilgilerimizin etkisi altındadır. Bunlar, Bartlett' in şemalar nosyonu ile daha iyi tanımlanmaktadır. Birçok araştırma hafızamızın insanlarla ilgili değişmesi zor olumlu ve olumsuz kalıp fikirlerimizi oluşturan stereotiplerimizden (Türk'ler pratik zekâlıdır gibi) etkilendiğini göstermektedir.

Hafızanın yeniden inşa edici özelliği ile ilgili bu durum görgü tanıklığının bu özelliğin etkisi altında kalabileceğini göstermekte­dir. Loftus ve Palmer (1974) deneklerine zincirleme bir kazanın filmini seyrettirmişler ve sonra ne gördüklerine dair sorular sor­muşlardır. Deneklerin bir kısmına "Arabalar birbirine girdiğinde yaklaşık kaç km hızla gidiyorlardı?" sorusu sorulurken diğer gru­ba da aynı soru sorulmuş fakat "birbirine girme" ifadesi yerine "çarpıştığında" ifadesi kullanılmıştır. Üçüncü grup ise bu nokta­da sorgulanmamıştır. Sonuçlara göre "birbirine girme" ifadesi sürat tahmininin, "çarpışma" ifadesinden daha yüksek tutulma­sına sebep olmuştur. Görülüyor ki, sorudaki gizli malumat kaza­ya dair hatırlanacak olan materyali etkilemiştir. Bir hafta sonra bütün gruplara "Etrafta kırık camlar var mıydı?" sorusu sorulmuş "birbirine girdiğinde" ifadesini dinlemiş olup yüksek sürat tahmi­ninde bulunan grubun % 32'si kırık camları gördüğünü söylemiş diğer iki grubun oranlan ise yaklaşık % 13'de kalmıştır.

Loftus ve Palmer'in bu bulgularına eklenebilecek başka yeni bulgular da vardır. Örneğin kişinin herhangi bir olayla ilgili ha­tırladıkları yeni malumatların verilmesiyle kolaylıkla değişebil­mektedir. Bu bulguları yeniden inşâ süreci ile açıklamak için şöyle bir varsayımda bulunmak gerekir: özgün olayla ilgili hafıza izleri, sonradan gelen yeni malumatla birlikte bozulmamış şekil­de eksiksiz depolanmış halde durur ve özgün olay, hafıza izleri­ni açıklamakta kullanılır. Bu "birlikte olma" hipotezi özgün de­ğiştirilmemiş hafıza izlerinin yeniden elde edilebileceğini öne sü­rer. Loftus ise, bunun böyle işlediğine dair bulguların az olması sebebiyle hipotezi reddeder. Loftus aynı zamanda yeni gelen malumat yoluyla özgün izler içersinde birleştirildiğini dolayısıyla olayın özgün kayıtlarının ortadan kalktığını savunur. Buna alter­natif değişme hipotezi adını verir.

Bekerian ve Bowers (1983) ise uygun test etme şartlan sağlandı­ğı takdirde özgün hatıraların yeniden elde edilebileceğini öne sürerler. Yaptıkları araştırmada şahit olunan olayla ilgili hafızanın; soruların sı­ra ve düzeni özgün olayın sıra ve düzeni ile eşleştirildiğinde yeniden elde edilebileceğini bulmuşlardır. Daha önceki kısımlarda da ifade edildiği gibi kodlama esnasında yer alan çerçeve test situasyonunda yeniden kurulursa hatırlama ve tanıma performansı artmaktadır.

KOCNITIF VE SOSYAL MOTİVLER

Kognitif uyumsuzluğun yarattığı bu rahatsızlık hissi bizi, bu durumu azaltmak için inançları­mızı ve tutumlarımızı değiştirmeye yöneltmektedir. Nitekim Festin-ger ve Carlsmith'in 1959 yılında yaptıkları meşhur deney bunu çok açık ortaya koymuştur. Denekler sıkıcı bir motor maharet işlevini tamarnladıktan sonra deneyciler tarafından sırada bekleyen diğer de­neklerin yarısına bu deneyin zevkli olduğunu söylemeleri için 1 do­lar diğer yansına 20 dolar verilmiştir. Deney sonunda 20 dolar alan deneklere niçin böyle söyledikleri sorulduğunda 20 doları sebep gös­termişlerdir. Ama 1 doları sebep olarak gösteremeyen diğer grubun denekleri ise deneyin gerçekten zevkli bir yönü olduğunu söylemiş­lerdir. Bu denekler 1 dolar gibi çok az bir para karşılığı söyledikleri yalan karşısında duydukları huzursuzluğu, deneyin aslında hiç te sı­kıcı olmadığı düşüncesini benimseyerek azalttıktan görülmüştür. Ni­tekim belli bir oyuncakla oynamaları büyük bir ceza tehdidi ile engel­lenen çocuklardan çok, ılımlı bir rica ile engellenen çocukların bu oyuncakları "hiç te çekici" bulmadıklarını söyledikleri görülmüştür

 

HEYECAN VE İFADELER

Gülümsediğinizdeki ifadeyi yüzünüze verin, bir iki dakika bu gülümseyişi tutun, kendinizi daha mutlu hissetmeye başlayacaksınız. Eğer kaşınızı çatıp durursanız giderek kendinizi kızgın ve gergin hissetmeye başlarsınız. Araştırmalar yüz ifadelerinin fizyolojik canlanmayı artırarak heyecan üzerinde dolaylı bir etkiye sahip olabileceğine işaret etmektedir. Kaşınızı çatıp veya yüzünüze gülümseme oturtup bu hali bir müddet yüzü­nüzde muhafaza etmeniz, kalp atışlarının deri iletkenliğinin ve ısı­sının değişmesine yol açacaktır.

 

KAVRAM GELİŞTİRME VE KOGNİTİF GELİŞİM

Ancak, yaklaşık 8 aylık bir bebek olmaya başladığında nesnenin (oyuncağın) kendi görüş alanından bağımsız bir şekilde varoldu­ğunu anlamaya başlar ve örtüyü çekmeye başlayabilir. Ama bu yaşta bile hâlâ olgun bir nesne kavramlaştırmasına sahip değil­dir. Örneğin A noktasına gizlenmiş olan nesneyi çeşitli deneme­lerden sonra ve ancak bir yaşına ulaştığı sıralarda zorlanmadan bulacaktır. Ama eğer bu nesne onun gözönünde bile bir B nok­tasına gizlenecek olsa bebek bu nesneyi yine A noktasında ara­maya devam edecektir. Bu bilgi tam anlamı ile yerine oturduğun­da bile bebek görünmez şekilde yer değiştirmeler yoluyla kolay­ca kandırılabilmektedir. Çocuğun elinden bir nesne alınır. Yum­ruğunuz içerisine gizlenir ve sonra yumruk cebin içine konulursa 15 aylık bebek hayrete düşer. Eğer el cepten o nesne olmaksızın çıkartılırsa bebek bu nesnenin cepte kalmış olması gerektiği çı­karımını yapamaz. Çocuk 18 ay ile 2 sene arasında geçen bir sü­re içersinde bu çeşitli geçişlerde ustalaşacak ve nesne kavramını inşâ edecektir. Bu yaşa erişen çocuk nesnelerin sürekli olduğunu ve gözönünden kaldırıldığında bile varlıkların devam ettiğini an­layacaktır (Nesnenin değişmezliği).

İLK YAŞANTILAR

Yaşantıların, özellikle hayatın hemen başlangıç yıllarında geçirilen tecrübelerin, davranışın gelişimi ve sonraki şahsiyet tarzı üzerine olan et­kileri çok önemlidir. Bu ilk yaşantılar, algının, genel öğrenme kabiliyeti­nin, sosyalizasyonun, motivasyonun ve lisanın gelişimini etkilemektedir.

Bebeklikte farklı çevrelerin özellikle algısal ve duygusal yaşantıla-rın sınırlı oluşunun ilk yaşantının hangi yönlerinin normal gelişimi ilerlettiği ile ilgili incelemeler yapılmıştır. Bu araştırmalarda, hayvan yavruları çeşitli mahrumiyet türlerine maruz bırakılarak etkileri kont­rol grupları ile karşılaştırılmıştır. Örneğin sosyal olarak sınırlı ve uya-rıcı olmayan donuk çevrede yetiştirilen köpek yavrularının büyüdük­lerinde problem çözme başarıları kontrol grubundakilere göre çok düşük olmuş, yeni situasyonlarda acaip davranmışlar ve acı veren uyaranlara çok az tepki göstermişlerdir (Coch, 1985). İlk yaşantıların etkileri spesifik değildir. Daha ziyade ortaya çıkabilecek çok ge­niş çeşitlilikteki davranışların astarını oluşturan bir faktör gibidir. As­tarın kalitesi elbisenin çok çeşitli yerlerini etkileyebilmektedir. İlk ya­şantının genel anlamdaki etkisini ortaya çıkaran mekanizmalarından biri organizmanın içinde bulunduğu çevrenin kalitesidir. Duygusal ol­duğu kadar sosyal uyarılma açısından zengin veya fakir çevrelerde yetiştirilen hayvanların karşılaştırıldığı çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Zengin çevrede yetiştirilmiş farelerin daha ağır ve kalın korteksleri olduğu ve özellikle görme ile ilgili bölgelerinin, protein açısından da­ha zengin olan ve çok daha fazla sayıda sinaptik bağlantılar oluştu­ran nöronları kapsadığı görülmektedir. Bu farelerin tıpkı yukarıdaki deneyde normal olarak yetiştirilmiş olan köpeklerde olduğu gibi ge­lişmiş öğrenme maharetleri göstermeleri, ilk yaşantının spesifik ol­mayan uyarılma etkisinin sonucunda gelişen daha büyük ve fazla sa­yıdaki nöronların bir sonucu olabilir.

Bebeklikte yaşanan çeşitli ilk yaşantı eksikliğinin, genel bir fi­ziksel ve zihinsel gecikme ile sonuçlandığı devamlı söylenegelmek-tedir. Hastahanede uzun süreli bakım altında kalan veya yetimha­nede büyüyen çocuklarda uyarılma eksikliğinin bu tip sonuçları or­taya çıkmaktadır. Çocukluktaki, uyarıcı olmayan donuk, monoton çevrenin sonraki yetişkinlik yetenekleri üzerine olan etkilerine da­ir bilgimiz pek belirgin değildir. Çünkü, hayvanlarda yapılan çalış­malarda görülen deneysel şartlarda yetişmiş çocuklar yoktur. Ayrı­ca algısal ve zihinsel olarak uyarıcı olmayan yetiştirme tarzlarının etkilerini değerlendirmek için araştırmacının, bu şartlarda büyütül­müş çocukları kontrol grubu çocuklarla karşılaştırması şarttır.

İlk yaşantının gözle görülür spesifik olmayan genel etkileri çok fazladır. Örneğin birçok canlı türünde dokunma ile ilgili yaşantıların miktarı, onları yetişkinliklerinde daha az veya daha çok ürkek kılabil­mektedir. İlk görsel yaşantılar, normal görsel gelişimde esastır ama ışıktan bütünüyle mahrum kalma körlüğe değil ancak, ciddi görme problemlerine sebep olmaktadır. Görsel duyarlılaşmanın bir çok tipi erken dönemlerde olmalıdır yoksa hiçbir zaman ortaya çıkmaz.

Okul öncesi devrelerde küçük çocukların katıldıkları faaliyetler çocuğun daha sonraki yıllarda kendine güven duyma etrafına kar­şı merhametli olma, çevresini merak etme ve araştırma davranış­larında son derecede etkili olmaktadır.

Hoş olmayan davranışlara mâruz kalarak büyütülmüş olan fa­reler yaklaşık 30 günlük olduklarında sakin birer yetişkin haline ge­lecekleri yerde, davranışlarını bütünüyle kaplayan geniş bir korku tablosu geliştirmişlerdir. Ama bu hoş olmayan davranışlara mâruz kalarak büyümenin 20. ile 30. günlerini kapsayan bir ara devrede farelerin, bu genel korku tablosunu daha az gösterdikleri, korkula­rını daha özel şeylere karşı geliştirdikleri gözlenmiştir. Görülüyor-ki, ilk yaşantının etkisiz olmasının veya farklı etkilere sahip olma­sının ötesinde kritik bir devre vardır. Bu devre çeşitli türden etkile­re ve davranış gelişimine çok açıktır. Etkilerini silip kaldırmak, ge­riye döndürme imkanı yoktur. Örneğin buna uygun olarak 7 veya 8 yaşından önce şaşılık tedavisi görmemiş olan şaşı çocukların şa­şı olan gözleri, kas hatası düzeltilmiş olsa bile kısmen kör olur. Bo­zukluk beyindedir ve sonraki yaşantılarla düzeltilemez.

Yapılan araştırmalarda görsel sistemdeki kortikal nöronların is­tenilen şekle girmesindeki kritik devrenin, bu nöronların noradre-nalin nöralaktarıcısı ile etrafının sarılmasına bağlı olduğunu ileri sürmektedir (Lloyd, Mayes, 1990). Noradrenalinin, nöronların ge­rekli sinyalleri diğerlerinde ayırdederek nakletme yeteneğini artır­dığı gözlenmektedir. Bu spesifik olmayan sistem, korteksin çoğun­luğunu etkilemektedir ve geriye döndürülemez. İlk yaşantı etkile­rinde muhtemelen özel bir role sahiptir.

İlk yaşantının kritik devrelerindeki geriye döndürülemez etkisi­nin bir başka türü kuzularda görülmektedir. Gerçek annelerinden alınıp diğer kuzu ve koyunlardan ayrı büyütüldüklerinde sürüye hiç­bir zaman tam anlamıyla katılamamaktadırlar. Kritik devreler, dav­ranışlar ve türler arasında değişir. Daha yüksek seviyedeki canlı tür­lerindeki bu devre daha az kritiktir. Elde edilen davranışlar çok da ha isteyerek geriye döndürülebilir. Bu devre sadece belli tür öğren­melerin göreceli olarak daha kolay yapıldığı bir zamandır. Ama in­san lisanın gelişimi bu ikisi arasında yer alan bir olaydır. (Bkz. lisan bölümü). Yapılan çalışmalara göre çocuklar 5 yaşına geldiklerinde anadillerini öğrenmiş olurlar. Bu yaşa kadar insan lisanı ile karşılaş­mamış olan çok az sayıda insan ise lisanı ancak makul bir seviyede konuşabilir hale gelmektedir. Ama dilbilgisi kurallarını kullanmak onlar için problem olmaktadır. Nitekim Genie'de belli dilbilgisi ku­rallarını öğrenememiştir.

ilk yaşantısal öğrenmede kritik devreler kavramı, Konrad Lo-renz gibi etologların damgalanma, basımlama (imprinting) çalış­malarından çıkmıştır. Kuluçkadan yeni çıkmış olan kuş türünden yavruların, karşı karşıya bırakıldıkları canlı ve cansız herhangi bir-hareketli nesneyi takip etmeyi çok hızlı öğrendikleri farkedilmiş-tir. Doğada bu kuş yavruları normal olarak kendi annelerini takip edecekler ve ona damgalanacaklardır. Ama kuluçkadan yeni çık­mış ve annelerinden ayrılmış bu kuş yavrularını sadece yukarıda­ki gibi bir nesneyle karşı karşıya bırakmak, bu takip etme davra­nışını elde etmelerine yeterli gelebilmektedir. Kaz yavruları Lo-renz'e damgalanmışlar ve onu takip etmesini hemen öğrenmişler­dir. Doğal annesinin dışında birbaşka cansız veya bir başka tür canlıya damgalanmış olan civcivler, kaz ve ördek yavruları, gene-likle bu damgalandıkları nesneye benzer hedeflere sosyal ve cin­sel olarak bağlanmaktadırlar. Araştırmalarda bu bağlanmaların geriye döndürülmesinin güç olduğu görülmektedir. Damgalanma­nın kuş türü yavrularda yumurtadan çıkan sonraki birkaç saat sonra veya bir iki gün içerisinde ortaya çıktığı bulunmuştur. İlk ya­şantısal öğrenme çeşitlerinden bir çoğunun tersine, damgalanabi­lecek uyaranların yayılımı geniştir. Kaz, ördek yavruları hareket eden nesneleri takip etmeyi nesneleri ayırdetmeksizin öğrenmek­tedirler. Bu görsel uyaran nesneleri, hareket eden balonlar oldu­ğu gibi, Konrad Lorenz'in bizzat kendisi de olabilmiştir.

Damgalanan nesneye bağlılık kurulup aşinalık geliştikten sonra diğer uyaranlar yabancı olarak algılanmakta ve korkup uçup kaçma davranışlarına yol açmaktadır. Ama bu normal dışı damgalanma tepkilerinin şekillenmesi her zaman daha sonraki zaman zarfında türe uygun olmayan cinsel eş bağlılıklarının görülmesi ile sonuçlan-mamaktadır. Dolayısıyla, damgalanmaktaki kritik devrenin süresi çevresel faktörlerin etkisi altındadır. Damgalanmanın bütün sonuç­ları sabit kalmamaktadır. Çevre faktörleri bu kritik hassasiyet devre­sinin devamını etkilemektedir. Genellikle damgalanmış bağlılıkların oluşmasının muhtemelen daha az veya daha çok mümkün olduğu zamanlar olmaktadır. Memelilerde ilk sosyal bağlılıkların oluşması kuşlardaki damgalanmaya benzemektedir. Ama memelilerdeki sos­yalizasyon kritik devreyi sınırlamakta ve belirsiz bırakmaktadır. Örneğin son araştırmalar ilk devrelerdeki anne mahrumiyetinin ge­ri döndürülemez etkileri olduğu görüşünü desteklememekte ve anne-bebek bağının oluşmasında kritik bir devrenin varolduğu fikri­ne ters düşen sonuçlar elde etmektedir (Lloyd ve Mayes, 1990).

İlk yaşantı etkilerinin ne ölçüde kritik devrelerde sınırlı olduğu ve bu sınırlılığı belirleyenin ne olduğu tartışmalıdır. Her bir öğrenme ti­pi kendi değerleri üzerinden değerlendirilmelidir. Örneğin "fakir" uyaranlı bir çevrede büyütülmenin farelere zarar verici etkileri, bu fa­reler zenginleştirilmiş çevreye yerleştirilerek kısmen telâfi edilebilir.

SOSYALLEŞMEDE KOGNİTİF SÜREÇLER

Küçük bir kız, be­deninin bazı bölgelerinin kötü ve pis olduğu şeklindeki bir algı çerçevesi içersinde büyütüldüğü takdirde yetişkinliğinde kendi cinsel duygularından korkar ve nefret eder. Bir başka örnek ise, 'teşekkür ederim' , 'lütfen' gibi davranışları taklid veya mükafat yollarından biri ile kazanabilir. Ama kognitifçi teorisyenler bir ço­cuğun ne irrasyonel güçlerle sevk edilen bir yaratık gibi, ne mü­kafat ve ceza çizelgesi ile kontrol altında tutulan bir kukla gibi ne de yetişkin bir lideri takip eden bir koyun gibi davranmadığı birçok situasyonların olduğunu savunurlar.

BAŞARI VE EBEVEYNİN ETKİLERİ

İlk olarak ebeveyn, çocuğun performansı ile ilgili standartlar oluşturabilir (er­kek çocuğunun 10 yaşında kendi harçlığını çıkartabileceğini düşü­nürken, kız çocuğunun lise çağında bile henüz kendini tam olarak idare edemiyeceği fikrindedir). İkinci olarak çocuğun bu standart­lara kendi davranışları ile varabileceğine dair inançlarını etkileyebi­lir (...sen çocuksun yapamazsın, ben senin bunu da yapabileceği­ne kesinlikle inanmıyorum v.b gibi).

Bir çalışma da 10 yaşında iki grup çocuk seçilmiş ve sosyal se­viye, zekâ testi skorları açısından eşitlenip, başarı ihtiyacı seviyele­rinde farklılaştırılmıştır (düşük başarı ihtiyaçlı grup). Araştırmacılar bu çocukların evlerini ziyaret etmişler ve ebeveynlerine çocukları zor bir görevi yerine getirmeye çalışırken onları izlemeleri söylen­miştir. Bu çocuklar şekilsiz bloklardan bir kuleyi gözleri bağlı bir halde tek elleri ile yapmak zorundadırlar. Ebeveynlere, bloklara do­kunmamak şartı ile herşeyi söyleyebilecekleri veya yapabilecekleri söylenmiştir. Bu anne-babalara aynı zamanda "normal bir çocu­ğun" dikebileceği kule yüksekliği söylenmiş ve kendi çocuklarının ne derece iyi yapabileceklerini tahmin etmeleri istenmiştir.

Bu iki grup çocuğun ebeveynleri, birbirinden oldukça farklı davranmıştır. Yüksek puanlı çocukların ebeveynleri diğer ebeveyn­lere oranla çocuklarında daha iyi bir performans seviyesi tahmin etmişlerdir. Bu muhtemelen onların her zaman yaptıkları şeydir, çocuklarına, üzerinde uğraşmak üzere yüksek bir mükemmeliyet standartları koymuşlardır. Bunun ötesindeki farklılıklar, çocuklar blokları üstüste koymakla meşgul iken ortaya çıkmaktadır. Yüksek başarı ihtiyaçlı çocukların ebeveynleri çocuklarını daha çok cesa­retlendirmişler ve mükafatlandırmayı daha çok sıcak övgüler ile yapmışlardır. Bir başka ilginç farklılık da babalarda görülmekte­dir. Yüksek başarı ihtiyaçlı çocukların babaları çocukları çalışır­ken arkada bir yere oturmuşlar, kararlarını vermede çocuklarını serbest bırakmışlar bazen bir ipucu vermişler ama nadiren nasıl yapılacağını söylemişler, odada sıcak ve arkadaşça bir hava ya­ratmışlardır. Diğer grup çocukların babaları ise daha tahakküm altına alıcı davranmışlar, özel talimatlar verip, işler yanlış gittiğin­de de daha çok huzursuzluk belirtileri göstermişlerdir.

Yüksek başarı motivasyonu olan çocukların ebeveynlerinin, çocuklarına yüksek mükemmeliyet standartları koyduklarını da­ha önce ifade etmiştik. Bu standartların çok yüksek de olmama­sı gerekir. Bu standartların, hakikatin dışına taştığı vakit aksi bir etki gösterdiğine dair işaretler vardır. Verilen görevi iyi yapma­sı beklenen ama bununla başa çıkmak için çok küçük olan ço­cukların başarı motivasyonlarının daha düşük seviyeye inme eğilimleri vardır. Bu çocuklar işleri yarı yolda bırakıp terk etme­yi öğrenmektedirler. Başarma arzusu, başa çıkılacak uğraşlarda en yüksek meydan okuyuşlarla yaratılır. Bu sebeple uğraş veri­lecek şeyler, ümidin yok olacağı derecede zor olmamalı, hataya hiç düşmeyecek kadar da kolay olmamalı aksi takdirde başar­manın anlamı yoktur.

PSİKODİNAMİK YAKLAŞIM

FREUD

Freud'un kişilik teorisine katkısını ele alıp incelemek hiçte ko­lay değildir. Çünkü hayatı boyunca görüşlerini defalarca değiştir­miş ama herhangi bir son şekle vardıramamıştır.

Biz burada onun esâs fikirlerinden bazıları üzerinde duracak ve 1914-18 yılları öncesi ve sonrası görüşleri arasındaki temel farklı­lığa değineceğiz. (Taylor ve Sluckin 1982)

Freud insanı, bir enerji sistemi olarak kabul eder. Sinir sistemi, motor faaliyet veya zihni faaliyet halinde boşaltılmak üzere sınırlı miktarda enerjiyi kapsamaktadır. Nöronlar ancak sınırlı, miktarda bir enerjiyi barındırabilirler (başka bir ifade ile sınırlı ölçüde bir uya­rılmaya dayanabilirler). Asgari bir miktar depolanır, bunun üzerin­deki her miktar stres, gerilim üretir ve enerjiyi hareket halinde bo­şaltma ihtiyacı ortaya çıkar. Eğer bu enerji bir yolla salıverilmezse kendine bir başka imkân bulabilir. Bu sebeple cinsel impuls ile bir­leşmiş olan enerji, cinsel hazla-ilgisi olmayan faaliyet halinde bo­şaltılır veya yüceltilir (sublimation). Bu fikir Freud' un bir hedonizm formunu psikolojinin temel kanunu olarak kabul etmesine yol açtı (Hedonizm hayatın esas amacını zevk olarak kabul eden öğreti). Nöronlarda biriken enerji "gerilim", bu enerjinin salıverilmesi ise öhazzıö ortaya çıkarır.

En temel şekli ile enerji, içgüdüsel tepki olarak görülür. Freud her zaman içgüdüyü hayvanlarda olduğu kadar insanlarda da önemli görmüştür. İki temel içgüdü grubunu ele almıştır. Biri cin­sel, yeniden üretici, hayatı koruyucu içgüdüler grubu, diğeri ise Ben'in kendisine veya Ben'den dışarı yönlendirebilecek saldırgan (aggressive)-yıkıcı (destructive) impulslar grubudur.

İçgüdüsel impulslan tatmin etmek, acı veren şeyden, gerginlik ve stressten kurtuluş haz vericidir. Bunları engellemek düşkırıklığı-na uğratıcı ve sıkıntı vericidir. Öğrenme ve akıl yürütme yeteneği ve karmaşık beyin yapısıyla bile insanlar, doğrudan bizim temel enerjilerimizden gelen güçlü dürtülerin hükmü altındadır.

Freud'a göre insanın zekâsı ve topluluklar halinde yaşaması onun karmaşık sosyal organizasyonlar içersine girmesine sebep olmuş bu da onun davranışındaki içgüdüsel ihtiyacın doğrudan ve tatmin edici ifadesini engellemiştir. İçgüdüsel ihtiyaçların tatmini ile sosyal gerekliliklerin uygunluğu arasında genellikle bir çatışma var­dır. Bunun sonuçlarından biri, insanın bu çatışmalarının üstesinden gelebilecek taktikler geliştirmesi olmuştur.

Bununla birlikte, bu taktikler aynı zamanda uyumu bozucu dav­ranışlar üretme ve hatalı iş görme eğilimindedirler.

Freud'a göre davranışlarımızın sebepleri ve onu kontrol eden süreçler bilinç düzeyinin altına yerleşmişlerdir. Kendisi insanı, bilin­çaltı zihni adı verilen karşılıklı ilişki halindeki süreçler grubu tara­fından düzenlenmiş bir şekil içersinde ele alır. Hareketlerimizin ve kişilikimizin sebebi bu gizli süreçlerin işlemesidir. Bilinçaltı süreçle­ri idare eden kanunlar, bilinçli düşünce ve hislere uygulananlardan farklıdır. Freud kendisini bilinçaltının varlığını ve işleme tarzını keş­feden bir bilim adamı olarak görmüştür. Burada Freud' un, sadece kendi yaptığı gözlemlere dayanmış olması bu varsayımının geçer­liliğini sorgulayan psikologlar için, anlamlılığı açık olmayan bir problem olmuş ve doğal olarak bu iddiaya hem mantıksal hem de deneysel alanlarda karşı çıkılmıştır.

Freud'un teorisini iki farklı devreye ayırmak mümkündür. Birin­cisi 1900' den 1914' e kadar olan dönem, ikincisi ise 1920' ler-den ölüm yılı olan 1939' a kadar ki dönemdir. Birinci devrede Fre­ud; gözlenen davranış ile bilinçli tecrübenin, içgüdü tarafından canlandırılan bilinçaltı süreçlerinin bir ürünü olduğunu açıklama girişimi içerisindeydi. Teorisi nin merkezi kısmı, çocuk cinselliği ve Oedipus kompleksi varsayımı üzerindeki görüşleriydi. Freud çocuk cinselliği teorisinde, çocuk gelişiminin çeşitli dönemlerdeki fiziksel gerilimleri kapsayan içgüdü patlamasının, bedenin özel bölgelerin­de merkezileştiğini öne sürüyordu. Bu bölgelerden ilki ağızdır. Ki­şinin gelişimindeki bu oral (ağıza dair) dönem boyunca içgüdüsel tatmin, emme, beslenme ve diğer ağıza ait hazlarla gösterilmekte ve doğumdan iki yaşına kadar olan dönemi kapsamaktadır. Dişler belirdiğinde saldırgan içgüdüler ısırma ile kendisi göstermektedir. İki yaşından üç yaşına kadar olan ikinci devre anal devredir. İçgü­dü anal hazlar üzerinde merkezileşir. Bu devrede ebeveynler tuva­let ve temizlik eğitimine başlarlar. Çocuklar sadece dışkılamanın kendisinden değil, aynı zamanda da dışkılama aracılığıyla ebeveyn­lerinin davranışları üzerinde denedikleri etkiden de tatmin olurlar (belli saatlerde dışarı çıkması, tuvaleti geldiğinde bildirmesi gibi ha­reketleri öğrendikleri için mükafatlandırılmaları). Üçüncü dönem içgüdüsel hayatın cinsel organlar üzerinde merkezileştiği fallik dev­redir. Bu devre beş hatta altı yaşa kadar sürer. Bu içgüdüsel geliş­me daha sonra püberteye kadar saklı bir şekilde kalır. Fallik döne­min sonuna doğru çocuklar karşı cins ebeveynlerine yöneltilmiş ve cinsel olarak tarafgir duygulan yaşamaya başladıkları gelişimsel bir kriz dönemine girerler. Erkek çocuklarda anneye olan hissi eğilim, annenin sevgi ve dikkatine rakip babaya karşı yöneltilmiş kıskanç­lık, hoşnutsuzluk ve korku duyguları ile birleştirilmiştir. Bu esnada erkek çocuk kendisini baba ile bir "örnek model" olarak özdeşleş-tirir onu sever ve ona gıpta eder. Bunu Freud'un Oedipus komp­leksi olarak adlandırdığı acı verici, karmaşık, kuvvetli bir çatışma takip eder. Hisler ve karmaşık düşünceler bastırılma eğilimindedir, ama bu çatışmanın etkileri kalıcıdır. Kızlar için bu durum anneyi reddeden, babaya yönelik duygular halinde ortaya çıkar ama bu durum erkek çocuklara oranla daha az yoğun ve daha az karma­şıktır. Eğer erkek çocuk annesine olan sevgisini devam ettirir ama aynı zamanda da babayla olan rekabetini ortadan kaldırıp onunla kuvvetli bir özdeşleşmeyi sağlayabilirse ve çatışmanın azalması ile her iki ebeveyniyle olumlu ilişkiler kurabilirse, olgun bir yetişkin ol­ma yönünde ilerlemeye başlar. Tersine durumda erkek çocuk, ile­ride erkek rolünü edinememiş, nörotik bir kişilik haline girme teh­likesi altındadır. Aynı cinsiyetten ebeveynle özdeşleşme önemli bir faktördür ve yanlış şekiller alabilir. Odipal kriz, kişiliğin gelişiminde önemli bir engeldir.

Freud'a göre bir çocuk içgüdüsel gelişmenin bu üç dönemini bir­biri ardısıra başarıyla geçiremeyebilir. Örneğin oral dönemde uzun sü­re takılı (fiksasyon) kalabilir. Bu dönemdeki çok az veya çok fazla tat­min, bu tür takılmaları yaratabilir. Bunun sonraki etkileri vardır. Ha­yatın daha sonraki yıllarında herhangi bir stress altında kişi ilk yılların-daki daha basit çocuksu uyumuna geri dönme eğilimleri gösterir.

İçgüdüsel tatminin çocuksu örneklerine geri dönme eğilimleri ge­nel kişilik özelliklerini belirleyebilir. Freud, oral tarzlara geri dönüşün (regression) yetişkin kişiliğinde belli hâkim vasıflarla birleştirilebilece­ğini öne sürer (ben — merkezci, açgözlü, nörotik tarzda aşırı yardıma ve dikkate muhtaç, sabırsız vb.). Oral tipin diğerlerine aşın bağımlı ol­ması ve talep ettiği yardımı her zaman görmemesi onun sık sık dep-resif, endişeli (anksiyete) ve emniyetsiz hal içersine girmesine yol açar. Anal tip inatçıdır, cimridir, kurallara son derece bağlı ve nizam­adır. Bu vasıfların tuvalet eğitimi süresince çocuğun ilgisinde bir ta­kılmanın sonucu olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir. Fallik tip, Odipal çatışma süresince stesslere karşı aşırı önemsenir, iş ve evlilik­teki başarıya aşırı ilgi gösterilir. Bu gibi tipler Odipal devredeki anne veya baba tarafından kurulan modeller ile halen rekabet içersindedir.

Freud içgüdülerin önceliği ile ilgilenmiştir. Bu güdülerin gelişi­mindeki değişiklikler ile, bu dürtülerin tatmin edildiği veya onlara karşı çıkıldığı krizlerin bilinç altındaki devam edegelen izleri ile, ki­şinin içgüdüsel gelişimi boyunca ortaya çıkan çatışmalarla başa çıkmayı öğrendiği özel yollarla ilgilenmiştir.

Bununla birlikte Freud, 1920'lerden sonra içgüdüye daha az önem vermeye başlamıştır. Hayatının son 20 yılında kurduğu sis­teme yepyeni bazı kavramlar sokmuştur. Bunlar arasında en önemli olanı; id, ego ve süperego terimleri ile düzenlenen davra­nışın üç farklı tipi arasındaki ayırımdı.

İd, kalıtımın bir ürünüdür ve tepkinin içgüdüsel seviyesidir. Zih­nî enerjinin ana kaynağıdır ve tehditlere karşı ben'i koruma, yeni­den üretme ve saldırganlıkla ilgilenir. İlkel gerginlikler ve id'in ihti­yaçları, bazı tür faaliyetler ("keşke olsa" gibi fanteziler) halinde bo­şalmalarını gerektirir.

Ego, akıl yürütücü hareketler halinde kendini ifade eden beyin fa­aliyetleridir. İd'in ilkel istekleri ne olursa olsun gerçek üstün gelmeli­dir. Biz varlığın olgularını bilmeyi ve onları kabul etmeyi öğreniriz, bunları başarısız kılacak impulslan da bastırmayı öğreniriz. Freud ego kavramın öne sürdüğünde insan mantığına ve bilinçli tecrübeye büyük ayrıcalıklar vermiştir. Ego'nun işlevleri, ilkel impulslan sosyal çevrenin daha karmaşık taleplerine karşı engellemek veya onlara uy­gun hale çevirmektir. Böylece davranışı düzenleyen iki sistem vardır: içgüdüsel ihtiyaçlarıyla id, ve akıl yürütmenin maharetlerini kullan­mamızı sağlayan ego. Bununla beraber kişiyi kontrol etmede ego iş­levinin kapasiteleri sınırlı ve kararsız bir yapı gösterir. İd ile ego sık sık çatışır. Ego, her zaman çatışan eğilimler arasında anlaşma ve dü­zeni sağlayamaz, kararsız, etkisiz uyumlar ortaya çıkartabilir.

Ego sık sık id tarafından gelen impulslarla olduğu kadar çevre­den gelen tehlikeler ile de tehdid edilir. Tehdit edildiğinde de endi­şe ortaya çıkar. Freud endişeyi, şahsın organizasyonunda rol oyna­yan düzenli ve güçlü bir acı kaynağı olarak görür. Endişe, Freud'un bu son dönemi boyunca merkezi bir önem konusu haline gelmiştir. Kendisi, rakip impulslar arasındaki çatışma sonucu ortaya çıkan ani endişeye karşı egonun korunma yollan ile yakından ilgilenmiş ve bir dizi savunma taktikleri öne sürmüştür. Bastırma (repression) böyle bir taktiktir. Tehdid eden impulsların, isteklerin, hatıraların, motiv-lerin bilinçli yaşantısından kaçınmak için bir tür hafıza kaybıdır.

Bir başka savunma taktiği ise kışkırtıcı bir impulsu veya heyecanı bir başka kimseye atfetme olan yansıtmadır (projection). X kişiye kar­şı kini olan bir kişi, o X kişisini kendine ve başkalarına karşı kindar ola­rak görmeye başlar. Çünkü kişinin kendisinden ziyade başkasına hoş olmayan vasıflar atfetmesi çok daha az rahatsız edici bir durumdur.

Freud bunun gibi birçok savunma taktikleri düşünmüş ve kişi­nin çatışmalar tarafından ortaya çıkan endişe ile başa çıkmada kul­landığı bu tür savunmaların onun kişiliğinde önemli bir ipucu oldu­ğunu öne sürmüştür.

Süperego, ego işlevinin bir üst gelişmiş basamağıdır. Süperego bir kişinin çocukluğunda ebeveynleri ile olan özdeşleşmesinin bir sonucu olarak kabul ettiği ve daha sonra kendi sosyal yaşantılannı temel alarak biraz değiştirdiği (tadil ettiği) değerleri tarif eder. De­ğerlerimiz kökeninde, ödipal dönemde kazanılan oldukça ilkel kor­ku ve suçluluk duygularıdır. Bu sebeple süperego, egoyu tehdid eden ve sonucunda endişeyi kışkırtan tepkileri harekete geçirmede id kadar tepkisel ve akıl dışı olabilir. Ego işlevleri, süperegonun bu hareketlenmelerini kontrol etmeli ve olgunlaştırmalıdır. Dolayısıyla da, daha ham materyalden mâkul ve gelişmiş "ahlak" değerleri üretmelidir. Bu süreçte id sisteminin işleyişindeki kadar stress dolu çatışmalar meydana gelebilir. Bu sebeple .Freud'un ego işleyişi ve onun endişe ile başa çıkma yollarına dair sonraki düşünceleri teori­sinde değişikliklere yol açmıştır. Bilinçaltı ve id'den gelen bastırılmış impulslar halen önemli faktörler olmakla birlikte artık davranışın ye­gâne belirleyici unsurları olmaktan çıkmışlardır. İnsan akıl yürütücü­dür ve kendi ego işlevlerini kuvvetlendirmesi olgunluğa doğru bir adımdır. Bununla birlikte ego, yapının diğer kısımları ile düzenli ola­rak bir çatışma içerisindedir ve kişi üzerinde bir bütün olarak devam eder. Freud insanı aşırı karmaşık, dengesi bozuk, hayatta kalmanın ve çevresine uymanın gereklerine özellikle iyi bir uyum sağlayama­mış çatışma içerisinde bir varlık olarak görür. Zekânın üstün güçle­ri ve medeni toplumlar içerisinde sosyalleşmesi onun bir organizma olarak tutarlılığından bazı fedakârlıklar yapmasını gerektirmiştir.

Freud'un teorisindeki ilk ve sonraki dönemler arasındaki fark, onun bastırma ve endişe kavramlarını kullanımındaki değişiklik ile açıklanabilir. Onun ilk teorisinde endişe, sosyal olarak kabul edilemez cinsel impulsların bastınlmasıyla ortaya çıkar. Bu impuls, bilinçaltın­da varolmaya devam eder ve orada iş görür. Teorisinin sonraki dö­neminde endişe, tehdide karşı yan akılcı bir tepkidir. Eğer endişe çok yoğun ise biz ondan hareket yoluyla kurtulamayız. Bu sebeple de, endişeyi sebep olduğu nesneden daha az tehdid edici bir başka nes­neye yönelterek "bastırırız". Bu "hile" , endişeyi "katlanabilir" sınır­lara çeker ve başa çıkmayı mümkün kılar. Böylelikle endişe ve bastır­ma teorinin son şekli ile yeni bir üslup içersinde ele alınır.

Bastırma daha önce bilinçaltında, tıpkı kan akımını engelleyen zehirli bir madde gibi gizli bir süreç olarak ele alınmıştı. Daha son­ra bir savunucu tepki, tehdid ve endişeye karşı bir çeşit tepkide bu­lunma olarak görüldü. İlk teoride bastırma kişinin erişilmez bir böl­gesinde ortaya çıkan gizli ve faal bir gücün ismidir. Daha sonra ise bastırma; bilinç düzeyinde bir olaya karşı tutum veya emosyonun bir tür ket vuruluşunu tasvir eder.

Freud zihni hayatı id'in işleyişi (bilinçaltı kontrol) ve egonun iş­leyişi (akılcı bilinçli motivasyon) şeklinde iki tipte ele almaktan hoş­nut kalmamış ve bir motivasyon teorisi kurmuştur. Bu motivasyon teorisinde haz kuralını kontrol altına alarak olumsuz bir hedonizmi getirmiştir. Hedonizm burada olumsuzdur çünkü burada gerginlik­ten düş kırıklığından bir tür acı çekişten doğru salıverilmiş bir haz söz konusudur. Egonun mantıki tercihleri ve onun endişe ve çatış­maya karşı dolambaçlı yoldan savunmacı taktikleri, içgüdüyü idare eden aynı kuralın kabaca daha gelişmiş bir şeklidir.

Bu sebeple Freud tutarlı bir teori ortaya koymamaktadır. Görüş­lerini açıklamada zıtlıklar vardır. Buna rağmen kişinin psikolojisini çözmeye çalışmıştır. Teorisi mantıksal olarak tutarsız ve deneysel ola­rak test etme zorluğu taşısa bile gelecek araştırmalar için davranışın önemli cephelerine işaret etmektedir. Bazı kritikler Freud' un kişilik teorisinin hemen hemen tamamının, duyumsal olarak rahatsız olan kişiler üzerindeki kendi gözlemleri üzerine kurulu olduğuna ve sağlık­lı, normal bir kişilikin uygun bir tasviri olamayacağına işaret eder. Psi-koanaliz, insan yapısı hakkındaki düşüncelerimiz üzerinde güçlü bir etkiye sahip olmakla birlikte, bilimsel bir teori olup olmadığı oldukça tartışmalıdır. Freud' un kavramları müphem ve tarifi güç kavramlar­dır. Örneğin bir çocuğun psikososyal gelişiminin anal dönemde takıl­mış olduğuna hangi davranışların işaret ettiğini veya hangi davranış­ların bu takılmanın olmadığına işaret ettiğini belirlememiştir. Oral ve anal kişilik tiplerini belirlemedeki araştırma gayretleri bize bu psiko-seksüel dönemler boyunca ortaya çıkan özel olaylardan ziyade, ebe­veynlerin çocuk yetiştirmedeki kendi özel tarzlarının sonraki kişilik üzerinde daha fazla etkisi olduğunu düşündürmektedir.

Freud'un teorisini değiştiren veya genişleten psikoanalistlerin çoğu kendi hastalarını anlamada yardım edecek kavramlarla ilgi­lenmişler, araştırma metodu veya teori kurma üzerinde ise ya hiç eğitim görmemişler veya çok az bir eğitimden geçmişlerdir.

Yeni yeni şimdilerde psikoanalitik teoriyi test edebilir terimler­le yeniden formüle edici bir ilgi belirlemeye başlamıştır.

NORMAL VE ANORMAL DAVRANIŞ NEDİR

Bu tariflerin hiçbiri anormal davranışı tatmin edici şekilde tas¬vir edememektedir.

Normali tarif etmek, anormali tarif etmekten de zordur. Çok hızlı bir sosyal değişim gösteren toplumumuzda bu tarif yapabil¬mek özellikle güç bir iştir.

Normal kişiliğin tarifinde de ortak bir anlaşmanın olmamasına karşın psikologların çoğu aşağıdaki faktörlerin heyecanal olarak iyi halin işareti olduğu konusunda anlaşmaktadır. Bu özellikler akıl sağ¬lığı ile akıl bozukluğunu kesin çizgilerle birbirinden ayırdetmektedir. Bu özellikler normal kişilerin anormal teşhisi konmuş olanlardan da¬ha büyük ölçülerde sahip oldukları vasıfları temsil etmektedir.

  • YETERLİ BİR GERÇEKLİK ALGISI: Normal kişiler, kendi tepkilerini ve yeteneklerini çevrelerinde olup bitenleri değerlendirmede oldukça gerçekçi bir seviyededir. Kendi yeteneklerini tepkilerini değerlendirmede aşırıya kaçmazlar, başkalarının ne yaptığını, ne düşündüğünü yanlış anlamazlar.
  • BENLİKLERİNE DAİR BİLGİLERİ: Topluma uyumları iyi olan kişiler kendi motiv ve duygularının farkındadırlar. Hiçbirimiz tam olarak davranışlarımızı hislerimizi anlayamamayız. Ama bunları kendimizden de saklamayız. Akıl sağlığı bozuk teşhisi konmuş olanlardan daha fazla kendimizin farkındayızdır.
  • DAVRANIŞI İSTEMLİ OLARAK KONTROL ETME YETENEĞİ: Normal kişiler ara sıra tepkisel davransalar bile, gerekli situasyonlarda cinsel ve saldırgan davranışlarını engelleyebilirler. Davranışlarını kontrol etme yeteneklerinden emindirler. Sosyal normları çiğnediklerinde bu davranışları; kontrol dışı tepkiler olmak¬tan çok, bilinerek yapılan istemli kararlar sonucunda meydana gelir.
  • BENLİK SAYGISI VE KABUL ETME: Uyumları düzgün kişiler kendilerinden hoşnutturlar, kendilerine değer verirler, çevrelerinin kendilerini kabul ettiğini hissederler, diğer insanlarla rahat ilişkileri vardır. Kendisini değersiz, yabancı, kabul görmeyen kişiler olarak görenler anormal olarak teşhis edilir.
  • DUYGUSAL İLİŞKİLER KURABİLME YETENEĞİ: Normal kişiler başkalarıyla yakın ve tatmin edici ilişkiler kurabilirler, başkalarının hislerine duyarlıdırlar ve ilişkilerinde kendi ihtiyaçlarını gidermek için karşısındakilerden aşırı şeyler beklemezler. Akıl has¬taları ise kendi emniyetlerine çok düşkündürler. Bu sebeple, aşırı ben-merkezcidirler.
  • ÜRETKENLİK: Normal insanlar yeteneklerini üretici faaliyetlere dökebilme yeteneğindedirler. Hayatla ilgileri vardır, günlük taleblerle yaşamazlar.

TUTUMLAR

Staats ve Staats (1958) yaptıkları deneyde şartsız uyaran olarak olumlu etki çı­kartan kelimeler (saadet, mutluluk, neşe, hediye gibi) ile olumsuz etkiler çıkartan kelimeleri (acı, ekşi, çirkin, başarısız, yanlış gibi) kullanmışlardır. Bu kelimeler, bir devletin ismi deneklere görsel olarak verildikten hemen sonra işitsel olarak verilmiştir. Denekle­re, iki farklı yoldan verilen sözel uyaranları ayrı ayrı öğrenip öğ­renemeyeceklerinin araştırıldığı söylenerek esas amaç denekler­den gizlenmiştir. Deneklerin yarısına Hollanda-olumlu kelimeler, Isveç-olumsuz kelimeler eşlemesi yapılırken, deneklerin diğer ya­rısına ise, tam tersi eşleme yapılmıştır. Bu arada verilen diğer ül­ke isimleri her iki deney grubuna nötr kelimelerle birlikte verilmiştir. Bu işlemin sonunda devlet isimleri anlamsal ayırdedicilik ölçe­ğinde değerlendirildiğinde deneklerin olumlu kelimelerle eşleştiril­miş olan devlet ismini; olumsuz kelimelerle eşleştirilmiş olan dev­let isminden daha olumlu değerlendirdikleri görülmüştür.

ATIF SÜRECİNDE TARAFGİRLİK

Yolda yürürken elindeki çöpü kıvırıp yere atan kişinin bu davranışını rahatlıkla, onun "temizliğe dikkat etmeyen görgü­süz, pis bir kişi" olmasına yani kişisel niteliğine atfederiz. Peki biz aynı davranışı yaptığımızda aynı sebebi kendimize atfedebi­liyor muyuz? Hayır, bu davranışımıza genellikle atfettiğimiz se­bep, sitüasyona veya duruma özgü özellikler olmaktadır. Etrafta yeteri kadar çöp kutusu olmadığını söyleriz. Sınavdan düşük not alan arkadaşımızın çalışmadığını düşünürüz ama aynı şey bizim başımıza geldiğinde sebebi sınav şekline, zor hayat şartlarına yükleriz. Niçin böyle farklı atıflar yapmaktayız? Herşeyden ön­ce bizler belirli bir sitüasyonda başkalarının davranışlarını dışar­dan gözleyebildiğimiz halde kendi davranışlarımıza bu derecede dışardan bakamamaktayız. Bu sebeple çevremizi ve diğer kişile­ri nasıl etkilediğimizin pek farkında olmayız. Ama kendi iç ya­şantılarımızdan hareketle çevrenin bizi nasıl etkilediğinin farkın-dayızdır. Dolayısıyla, davranışımızın sebebini dış çevremize at­fetmemiz doğaldır.

 

Yorumlar

Yorum Bırakın